Friday 21 November 2008

Ne / Nasıl / Kim İçin ve Bir Soru : 11. İstanbul Bienali Kavramsal Çerçevesi


11. Uluslararası İstanbul Bienali'nin kavramsal çerçevesi, 17 Kasım 2008 tarihinde Bienal'in küratörleri Ivet Ćurlin, Ana Dević, Nataša Ilić ve Sabina Sabolović, yani grup ya da küme ismiyle WHW (What, How & for Whom / Ne, Nasıl & Kim İçin) tarafından Beyoğlu'ndaki Ses Tiyatrosu'nda düzenlenen bir basın toplantısıyla açıklandı. 12 Eylül – 8 Kasım 2009 tarihleri arasında gerçekleşecek İstanbul Bienali'nin başlığı "İnsan Neyle Yaşar?"


Ne?

İnsan neyle yaşar?

WHW, bienal aracılığı ile bir soru soruyor ama belli ki gelecek ve geçmiş ile eklemlenecek cevapların üretilme süreci ile bu sorudan çıkmak istiyor. WHW, süregiden araştırmasına yeni bir soru ekleyerek bugüne kadar biriktirdiği üretimlerin yanına yenilerini koymayı arzu ediyor. Dolayısıyla her ne kadar asıl vurgunun cevapta değil de hem sorunun kendisinde hem de cavap arama ve üretme sürecinde olduğu düşünülse de (bu yüzden kibirli ve iddaalı gözükebilir diyerek kendilerini bir çırpıda da açıklama ihtiyacı hissediyorlar belli ki) süregiden arayışlarına bir çağrı olarak, WHW’nin sorduğu soru arşivi, birikimi, birikime dayalı harcamayı ve tüketimi esas alan sanat anlayışının yanında yenilikçi, dönüşümü esas alan ve mevcut anlamların içeriği ile işlevlerini yersizyurdsuzlaştıran, üretime yönelik bir çaba gibi duruyor. O halde evet, neden olmasın?

WHW, Bertolt Brecht'in Elisabeth Hauptmann ve Kurt Weill ile birlikte 80 yıl önce yazdığı “Üç Kuruşluk Opera” adlı oyunun ikinci perdesinin kapanış parçasından yola çıkarak yaptığı performansta ekonomik krize atıfta bulunarak, sanatın “orada”, “kendi halinde”, “ekonomik ve politik olandan başka bir dünyada” durmadığına dikkat çekiyor. Mevcut ekonomik kriz ile kurulan güncel ve güçlü bağ ile sanatın da politikanın ve ekonominin arayışına aktif bir şekilde dahil olduğunu parmakla göstererek sanatın toplumsal değişime önayak olduğu bir hareket öneriyor.


Nasıl?

WHW’nin seçtiği yöntem, her ne kadar kendileri tarafından açıklanmasa da, Deleuze’ün Tarde’ın “örtülü tekrar” olarak sorunsallaştırdığı tekrar kavramını da bir alet olarak kullanan kuramsal bir arkaplana sahip. Kısaca açıklamak gerekirse, örtülü tekrar, geçmişten bir unsuru çekerek temellük etme üzerine kuruludur. Yani birebir, mekanik tekrarı içererek birine ya da bir şeye ait bir anlatının ya da tarihin kopyalanarak kökü ile hiçbir bağı olmayan herhangi bir alanda tekrar edilmesi, tekrarın içindeki farkı ortaya koyacaktır. Bu nedenle 12 Eylül tarihinin darbe tarihinden koparılarak yeni bir açılıma davet etmesi, WHW’nin çağdaş sanat ile yaratmayı arzu ettiği dönüşümü ve farkı tekrar ederek vurguluyor.

Ekonomi üzerinden politik, tarihsel, toplumsal ve kültürel olan ile yeni ilişkiler kurabilmek için tekrar kavramı, WHW tarafından birçok kez kullanılıyor. Örneğin, krizler... 1920’lerden itibaren burjuvanın hüküm sürdüğü ve iktidarın dini ahlak ve liberal demokrasi üzerine kurduğu düzenin krizler ile bir makina gibi işlemesi ve kapitalizmi sürekli içten patlatarak sürdürülebilir kılması bugün de tekrar eder. Siyasal iktisatçı Polanyi’nin 1944’te yayınlanan Büyük Dönüşümü’nde “‘kısıtlamaları kaldırılmış piyasa ekonomisi’nin gelişimi ve ardından faşizmin yükselişi üzerine yaptığı analizde, toplumsal gelişim ile ekonomik gelişimi uzun vadede ayırma eğiliminin, son noktada toplumsal kargaşa ve totaliter rejimlerin yükselişiyle sonuçlanacağına dikkat çekiliyor.

WHW, bugün de benzer durumun etno-milliyetçiliğin, kökten-dinciliğin ve faşizmin yükselişi ile ortaya çıktığına dikkat çekiyor. Dahası, kültür / siyaset / ekonomik ve (her ne demekse) toplumsal olan arasındaki ayrımın sürdürülmesini takiben farkları ve farklılıkları silerek karşıtlıklar üzerinden (yeniden) benzerlikler ve özdeşlikler kuran bir denetleme - baskı iktidarının elini güçlendirdiğine dikkat çekiyor. Artı-değer dağılımındaki dengesizlikten kaynaklanan toplumsal kargaşa siyasi manipülasyonlar, cinsiyete dayalı baskılar, nabza göre ahlak, baskıya boyun eğme ve dine dayalı ikiyüzlülük gerek sosyal bilimlerin de içinde bulunduğu kuramsal alanda gerekse gündelik yaşamda kendisini gösteriyor.

WHW, sergilediği basın toplantısı biçimini yapıçözümüne uğrattığı performansta da bu politik unsurları ileri/geri, ileri/geri, ileri/geri kelimelerinin mekanik tekrarı üzerinden, politik alandan ayrı bir yerde konumlandığı varsayıldığı için kökü ile hiçbir bağı yok-muş gibi algılanan sanat alanında ele alıyor. WHW, toparlamak gerekirse, politika/sanat/ekonomi arasında olduğu varsayılan ayrımı yıkan farkı, sanatın aynı zamanda hem ekonomik, hem politik hem de toplumsal olduğu gerçeği ile ortaya koyuyor. Benzer durumların (yani 1920’ler ve 2000’ler) birbirinden bağımsız ve türdeş olmayan unsurlar ile yinelenmesini gerek bir basın toplantısı biçimindeki temsil aracılığı ile gerçekleştirerek farklılaştırıyor (bir bakımı temsili de bozuyor), gerekse içerik bakımından geçmişin (12 Eylül 1980 darbesi, 1920-1930’lardaki faşist yönetimler vs.) temellük edilmesiyle yeni düşünme, görme ve üretim biçimleri öneriyor.

Bu nedenle sıradan-mış gibi algılanan basın toplantısı pratiğine yakından bakıldığında (tekrarlar arasındaki) farklar su yüzüne çıkıyor. “Ontolojik bir zorunluluk” olarak benimsenen bu yöntem (çünkü farklı ve yeniyi ortaya koyabilmek için sanatın formel sınırlarını epistemolojik olarak başka bir yere taşıma ihtiyacı doğuyor) böylelikle siyasi ve etik tavırlara ilişkin bir yaklaşım geliştirerek çağdaş bir sorunsallaştırma yapılabilmesine olanaklar açıyor. Bir başka deyişle WHW, bir sapma yaratarak, bu sapmayı takip ederek kaçabilecek olanları çoğaltmayı ve böylelikle çoğalmayı arzu ediyor. Tekrarın tüm araçlarını kullanmaya çalışan bu arzu aynı zamanda müthiş bir güç istencini de içinde barındırıyor.


Kim İçin?

Bana kalırsa WHW, bienalin kavramsal çerçevesi vesilesiyle hitap etmek istedikleri ile ilişkiye geçmeye başladı bile. Kendisini ve ilişkiye geçtiği şeyler, kurumlar, kavramlar, değerler, normlar, şablonlar ve tanımlar ile sürdürülen mevcut düzeni sorgulamadan benimseyen, en ufak bir değişiklik çabası karşısında endişe ve tekinsizlik nedeniyle buna karşı çıkarak her türlü farklılığı / benzemeyeni / değişimi yadırgayan / yeren / küçümseyen ortodoks, muhafazakar, burjuvaların işgal ettiği siyasi, kültürel, politik, ekonomik ve daha ne kadar alan varsa, oluşan bu coğrafyadaki herkes ve herşey buna dahil... Bir başka deyişle değişime karşı olanlar ile değişim yanılsamasını üreterek mevcut koşulların sürdürülmesi için bağ olanlar...

WHW’nin yaptığı performansın izleyenlerin çoğu tarafından sanki “yalnızca” “eğlenceli” bir tiyatro temsili ya da bir “gösteri” olarak algılandığını belirtmekte yarar var. Ne de olsa bugüne kadarki hegemonik yapısı ile “temsil olarak sanat”, WHW’nin de vurguladığı üzere, “genellikle havalı, hoş, eğlenceli birşey olarak” sunulmamakta mıdır? Bienaller de zaten “kentlilerin kendilerini uluslararası iletişime elverişli özellikleriyle küreselleşen dünya haritasında konumlandırmak için kullanmaya kalkıştıkları kültürel turizm bileşenleri” haline gelmemiş midir?

“Temsil olan sanat”ın yersizyurdsuzlaştırılması ve basın toplantısı gibi bir temsil biçiminin yapaylığının “tekrar tiyatrosu” ile yerle bir edilmesi ile

mevcut koşulların ve statülerin
sürdürülmesi zorunluluğunu hissederek
çoktan miyadı geçmiş olan unsurların
tedavülden kaldırılması
ve değiştirilmesi gerçeğini fark etmeyen
v e bu gerçeği yok sayan,
duymayan, umursamayan,
görmezden gelenler

mevcut verili unsurları
ve bugüne kadar tanımlanmış, adlandırılmış, sınıflandırılmış,
hep karşıtı bulunmuş
ele geçirilmiş olanı
gündelik pratikler içinde üretim yaparak
değiştirmek için
üşenen, korkan, tedirgin olan
üretimi, yeniliği, değişikliği
hep gelecekte
bir başkasının
yapmasını bekleyenler

“zamanında birşeyleri değiştirmeye çalıştık da n’oldu?” diyerek
bastıranlar, bastırılanlar,
ve baskılanarak bastıranlar
dışlayanlar, dışlananlar
dışlanarak dışlayanlar

yokluk içinde “varlık” buldumcukları
klişeler ağına takılıp orayı yurt edinenler
çıkış aramayanlar
arayışın kendisinin olumsal bir süreç olduğunu
arayıştan duyulan rahatsızlığın ve kaygının
mevcut olana bağ yarattığını ve
mevcut olanın sürdürülmesini sağladığını
fark edemeyenler

“olan” hakkında
şikayetler yapmaktan yorulmayan,
ezberlenen ve biriktirilenleri yineleyip duran
yapılması gerekenleri dizip duran
böylelikle varolanın sürdürülmesine katkıda bulunan
yetkinlikten yoksun,
edilgen –
çalıştığını zanneden tembeller,
engelliler

ile ilişkiye geçilmeye başlandı.


“gösteri”nin eğlenceli bulunmasının –ve bu nedenle beğenilmesinin- bir başka nedeni, mevcut koşulların dönüştürülmesi / saptırılması hususunda izleyicinin yap(a)madığının bir başkası (yani WHW) tarafından temsil ediliyor olması da var tabi. Kendisinin –yani burjuvanın ve ortodoks solun- yap(a)madığı ama –nasıl olsa – birilerinin onun adına da konuşması ve eylemde bulunması, elini taşın altına koymadan, üretim yapmadan, alkış tutan edilgen kitlenin haz duymasına neden oldu.

Hazzın işlevini dönüştürmeyi arzu etme istenci ile güç bularak saptırıcı, dönüştürücü üretimlerde bulunan ve çoğalmaya çalışan WHW’nin direnişin ve başkaldırışın, temsili demokrasi tarafından iktidarın “karşısında” konumlandırılan muhalefete ve kamusal alanda sivil toplum örgütüne bırakıldığını gözardı etmediğine eminim. Peki, mevcut olanın oluş koşullarını analiz etmeden onu eleştirmek ve varlığını sorunsallaştırmak eleştiriyi yapanı, analiz edeni ve düşünce üretmeye çalışanı da aynı tuzağa düşürmez mi? Türkiye, sosyolojik olarak, kaygan bir zemindir. Dikkatli yürümek gerekir. Hızla koşarak, birşeyler iddia edeceğim derken mevcut klişelere kapılmak ne kadar da kolaydır.

Bu konuya geçmeden önce, sanatın eğlenceli bir eğitim aracı olarak değelendirilmesi hususuna bakmakta yarar var. Zira bienal ile eğlendirilerek eğitilmek istenen Türkiye’nin sürekli eleştirdiğimiz “kendisine dayatılanı hemencik de üstüne giyip uymuş gibi yapması”nın bir kez daha çok mümkün olabileceği riski ile karşı karşıya olabiliriz.

Burjuva izleyicinin küratörün gösterdiği cesaret ve güce sahip olma arzusu ile takdir etmesi ve bundan duyduğu hazzın dönüştürücü bir işlev kazanabilmesi, bakmanın ötesinde bir yaklaşımı da benimseyebilecek izleyiciyi daha üretken bir katılımcı haline dönüştürme çabasından geçiyor. Ne var ki Batı metafiziğinin kültür kanalından küratör karakteri ile seslendirdiği bu öz-bilinç sahibi, rasyonel, aydınlanmacı ve sanatı –zaten hep güdülmesi ve yola getirilmesi gerekli olduğu ileri sürülen- toplumu “eğitme” çabası için bir araç olarak değerlendiren bu yaklaşımı ne kadar kucaklayabiliriz? “Yine mi aynı nakarat?” dedirten sıkıcı, tanıdık, bildik aydınlanmacı, evrensel, kartezyen boğukluk, bir adım geri atarak mesafeli bir duruşu gerekli kılıyor.

Eğlenceli ve didaktik olayım diyenler kimler olacaktır? Bir yandan bireysellikler, kendilikler, kimliksizleşmeler, ilişkisellikler kucaklanırken neden hala eskimiş bir “eğitmeliyiz bize benzemeyenleri” söylemi bırakılamıyor? Ben bienal vesilesiyle eğitilmek istemiyorum. O halde

Yine aydınlanmış ve “doğru”yargılar üretene göre
geri kalmış olacağım
“yoz” kaldım, “yoz” kalacağım
“yabani” sayıldım, “yabani” kalacağım
“yol”a sokulamadım, hala “yol”dan sapanım,
eğitilerek birine benzemek istemeyenim
bir türlü anlamayanım...

Halbuki, sürekli kendiliği hakkında bir farkındalık sahibi olmak ve sanatın da bu ilişkiselliğe aracı olması, dönüşüm yaratacak “ilişkiler” yani (b)ağlar için örgütlenmesi ve kendisine modern paradigma tarafından biçilen “eğitimci” rolü reddetmesi daha sağduyulu geliyor. Sanatın “işe yaramaz mıyım?” paranoyasından çıkarak, ürkmeden yoluna devam etmesi, bilimler ve felsefe ile birlikte işleyen bir makina olarak üretim yapması, epistemolojik yırtılmayı büyütecektir.

Burjuva izleyici ve ortodoks sol ile üretim yapmaya çalışmak, onu şaşırtmak, yabancılaşma efekti aracılığıyla kendi üzerinde düşünmesini sağlamak amaçlanıyor. WHW’nin akım yaratarak çoğaltmak istediği içeriğin –en azından- ilk şırınga edilişi, izleyicinin şaşkınlığı ve tedirginliği ile nasıl başa çıkacağını –en azından- o anda bilememesi yüzünden yabancılık efekti ile karşılaştı. Ne var ki, yabancılaşma efektinin ortaya çıkaracağı düşünce yaratımı süreci duvara tosladı ve Türkiye’deki çağdaş sanat izleyicisi en azından ilk sözlüsünde takıldı. Basın mensupları olanı/oluşanı kavrayıp, soru sormakta zorlandı. Türkiye’de ne zaman ortodoks sol ile çağdaş sanatın karşılaşmış olduğu (Ayşegül Sönmez / Radikal), izleyiciden –dolayısıyla kendisinden - ne kadar Marksist bilgi beklendiği (Evrim Altuğ / Sabah) ve Brecht’ten bahsedildiğine göre Berlin Ensemble ile -dolayısıyla Alman sanat çevresi ile (Alman Devlet Radyosu) ne ölçüde ilişkiye geçileceği soruları toplantıdaki birkaç küçük soru içinde en dişe dokunur olarak nitelendirilebilse de, soruların mahiyeti dahi aslında WHW’nin deşmek istediği yarayı yeniden bizlere gösterdi.

“Kim olduğumuz üzerinden deşilecek yaramızın, bienal vesilesiyle epey tartışma yaratacağını umuyor, sorgulanmayan bir yüzleşme sürecini açığa çıkaracağını düşünüyorum.”

Kuşkusuz bienalin başlangıç tarihinin 12 Eylül olarak seçilmiş olması, kim olduğumuz ile yüzleşebilmemiz bağlamında iç ve dış faktörler ile şekillenen, tekrar vesilesiyle bir fark ortaya koyma amacı taşıyan bir tercihe dayanıyor gibi duruyor. Ortodoks solun modası geçmiş, hantal, devlet memuru zihniyeti ile çağdaş sanatın “temsil olarak sanat” tanımına aşina, edilgen burjuva zihniyetini kurcalayabilmek için, kısaca bu karşılaşma ya da kesişme sürecine bakarak belirtilerin analizini yapmaya çalışayım. Çünkü, bana kalırsa bienalin 12 Eylül ve ortodoks sol üzerinden kurcaladığı husus, Türkiye’nin cumhuriyet tarihindeki en belirgin ekonomik, politik, toplumsal ve kültürel mikro kırılma noktalarını oluşturarak günümüzde yaşanan sorunlar ile uğraşıyor.

Kuşkusuz yerelde yaşananların küresel ile eklemlenmesi sürecinde çağdaş sanatın birleştirici rolü oynaması ya da birleştiren olmaya çalışması, İKSV ile bienalin de kendilerini masaya yatırdığı anlamına da geliyor. Böylelikle WHW, yerel, ulusal, uluslarası arasında bugüne kadar yapılmış ayrıma dikkat çekerek yerel ve evrensel arasındaki iki kutupluluğu ortasından delerek geçiyor. Yerelin aynı zamanda evrensel olabileceğine, evrenselin de bir o kadar yerel sayılabileceğine yapılan vurgu, kapitalizmin olumsuz sonuçları nedeniyle paylaşılan ortaklıktan yola çıkan dönüştürücü işlevi yaymaya gayret ediyor.

Peki, edilgen olduğu ileri sürülebilen ve kendisinden katılımcı yeni ilişkiler yaratarak üretim yapması beklenenler kim?

12 Eylül 1980 askeri darbesi ile Türkiye’deki kurumsal, entelektüel ve örgütsel sol hareketin kesintiye uğraması, bastırılması ve yok edilmesi sonucunda cumhuriyetin devrimci ve laik ideallerini geleceğe taşıyacak olanların dağıldığını biliyoruz. 1980’ler sonrasında askeri bir darbenin ezikliği ve bastırılmışlığının altında Türkiye’nin liberal ekonomiye geçişi ile ortaya çıkan yeni iktidar ve güç dinamiklerinin, bambaşka gelişmeleri beraberinde getirdiğini de biliyoruz. Örneğin, 1980 öncesinde ithal ikameci bir politikadan (yabancı olarak tanımlanan malların / kavramların / düşüncelerin / etkileşimlerin / ilişkilerin sınırlandırılmasından), ihracatçı (yabancı olarak tanımlanan mallara / kavramlara / düşüncelere / etkileşimlere / ilişkilere tabi olarak sorgulamadan benimseme ve tüketme) politikaya geçiş, beraberinde toplumsal gündelik hayata doğrudan nüfuz eden etkilere de neden oldu, değil mi?

Liberal ekonominin yan ürünü olarak eklemlenen Batı metafiziğinin sorgulanmadan benimsenişi vesilesiyle hem Batı hem de Doğu (olarak belirsizce tanımlanan) arasında sıkışan Türkiye’de gerek (sol / sağ, dinci / laik, vatansever / vatan düşmanı gibi) kutuplaşmalar, gerekse (popüler arabesk hareketinin yanı sıra gecekonduların yanı başındaki devasa alışveriş merkezleri gibi) eklektik yeni birliktelikler eşzamanlı işlev görmeye başladı. Örneğin 1980 öncesinin sol entelektüeli ya ortodokslaşarak mevcut işleyişi kavramakta geride kaldı ya da tamamen yan çizerek kapitalistleşti, kimliksizleşti. Göçlerle plansız büyüyen kentlerde yaşayan işçi sınıfı ve burjuvazi de böylelikle çoğalmaya, karmaşıklaşmaya ve çeşitlenmeye başladı.

Ekmek kavgasıyla ve göçle gelişen bu kentleşme sürecinde yerleşik, muhafazakar kurumlar, değerler, normlar, estetik / kimlik / din / statü anlayışları değişti. Göçmen geçmişe sahip ancak yerleşik kökenleri ve alışkanlıkları ile güçlü bağlara sahip, kentli yeni-orta ve alt sınıf, konumunu kaybetmeye direnenler tarafından dışlama pratikleri vesilesiyle ötekileştirilerek karikatürize ve marjinalize edildi. Gösteri, popüler kültür ve magazin, yüksek kültür ile alçak kültür arasındaki ilişkinin radikal bir biçimde zayıflamasına etken oldu. Batı’yı sorgulamadan tekrar eden ve benimseyen, kendisine öğretilmemiş olan yabancıyı tanımayarak reddeden ve dışlayan elitist, burjuva azınlık ise konumunu ve konumundan dolayı kazandığı çıkarları kaybetmemek için Batı’ya olan borcunu kültür / politika / ekonomi ayrım temelli düzenin içinde sanatı marjinalize ederek ödedi, ödemeye devam ediyor ve bunu da pek değiştirmek istemiyor çünkü ancak böylelikle bir nefes alabilme / yaşama / varlığını sürdürebilme imkanı buluyor.

Batı’da da yaşanan benzer süreç, bienallerin bu dönemde büyük sanat etkinlikleri olarak pazarlanmasını sağlayarak kültür endstrisine ivme kazandırdı. Bu gerçekler temelinde İstanbul bienali de, “farklı kültürlerden” sanatçı ve sanat izleyicileri arasında iletişim kurmanın yanısıra kentin değişen dünya üzerindeki konumunun tekrardan değerlendirilebilmesi amacıyla dünyada bienallerin patlamasıyla eşzamanlı olarak 1987 yılında başladı. Dolayısıyla bir çağdaş sanat etkinliği olan bienal, evet, en azından Türkiye’de, solun ortodokslaşarak eylem gücünü yitirmesini ikame edecek ve kapitalizme ivme kazandıracak bir üretim aracı olarak işlev görmeye başladı.

Ne var ki, bu politik, ekonomik ve kültürel dönüşümü ve ikiyüzlü gidişatı gören ve bu topyekün toplumsallaşma süreci içinde bir farkındalık yaratıp eleştiri yapmak isteyenler ise hem sansürlerden, yasaklardan ve geçmişte bugün için müstahak olması için yapılan eylemlerden ötürü sustu ve susturuldu hem de kendilerini ifade edecek dergi, sergi mekanı, sponsor gibi destekler bulamadıkları için popüler mecraların içinde eridi. Bu anlamda WHW, sanat işlerinin popüler basın aracılığı ile daha geniş kitlelere ulaşmasının sağlanması için basının politik ve ekonomik olana öncelik verdiği gerçeğini içkinleştirerek, bienali pazarlamaya yönelik bir deneme de yapmış oluyor. Yalnızca mevcut biçim ve düzenlerin tekrarından ziyade, enformasyonu veren (küratörler) ile enformasyonu dağıtan (basın) arasındaki ilişkiyi basın toplantısı janrından çıkarıp dönüştürerek yeniden üreten WHW’ye önerim, yalnızca kültür-sanat yazarlarını değil, ekonomi ve siyaset yazarlarını da basın etkinlikleri içine katmaya çalışmaları olacaktır, zira örneğin bienalin (bile!!!) mevcut ekonomik kriz ile söyleyebileceği birşeyleri var (-mış !) algısı, bienalin izleyici kitlesinin yayılmasını da çeşitlenmesini de sağlayacaktır. Bu yaklaşım ise, sanat / kültür / politika arasında varsayılan ayrımın yıkılmasına güç katacaktır.

Bir Soru:

WHW’nin “Üç Kuruşluk Haberler” başlığı ile çıkardığı gazetede Tuncay Çavdar’ın Türkçe’ye tercümesini yaptığı “İnsan Nasıl Yaşar?” adlı metnin inglizce ve türkçe karşılıkları birbirine uymuyor. Tutarsızlık daha ilk cümleden başlıyor.

Örneğin,
“sayın baylar, bize hep ders verirsiniz”,
“You gentlemen who think you have a mission”
yani,
“bir görevi olduğunu düşünen siz baylar” olarak tercüme edilmeli.

Yahut, insanın gözlerinin faltaşı gibi açılmasına neden olan bir başka fark,
“İnsan neyle yaşar: Ezip hiç durmadan. Soyup, dövüp, yiyip yutarak insanları”
“What keeps mankind alive? The fact that millions / are daily tortured, stifled, punished, silenced, oppressed” olarak ifade edilmiş !!!
Halbuki ingilizce olan metin doğruysa bu ifadenin Türkçe karşılığı:
“İnsan neyle yaşar? Milyonların hergün işkence görüp, boğulup, cezalandırılıp, sessizleştirilip, baskı altında tutulması bir gerçek iken” mi olmalıdır, bilemiyorum. Ne dersiniz?

Karşılaştırma yapmak ve açıklama yapmak isteyenler için ingilizce ve türkçe metinleri görebileceğiniz İKSV’nin websitesi bağlantısını ekliyorum.

http://www.iksftp.com/bienal2009/IBnewspapers.pdf

Bu durumda acaba tercüme almanca’dan mı yapılmış yoksa gözden kaçan ve yanlış anlamaya neden olabilecek bir hata mı var diye insan kendini sormaktan alıkoyamıyor?

İlgililere duyurulur...

Ebru B. Yetişkin

No comments: