Thursday 25 November 2010

Tophane'de Şiddet: Saldırıya Uğrayan “Makina”lar *

"Çok İşim Var" - Ebru Yetişkin / 2008
Soylulaşma… Mutenalaşma… Kamplaşma… Galataport…. Rant… Emlak fiyatlarının yükselişi.... Yerinden edilme... Kira gelirinin artması… Endişe... Yaşam tarzlarının çakışması… Öfke… Yükselen muhafazakârlık... Örgütlü şiddet… Planlı müdahale... Galerinin elitizmi temsil etmesi... Biz… Onlar…
Bu sözcükler Tophane’deki galerilere düzenlenen saldırının ardından düzenlenen basın toplantısında ifade edilenlerden yalnızca bazıları… Bazıları için olayı yorumlamak, yalnızca bu sözcükler arasında kurulacak bağlarla mümkün duruyor. Ancak, bu saldırının ardından bir soruyu hakkıyla tartışmak gerekiyor: Olay nedir?

Bugün İstanbul’da, ulusaşırı sermayenin çağdaş sanat alanındaki pazarını giderek genişletmesiyle birlikte gerek zihinlerin gerekse eylemlerin çeşitliliğine yer açılmaya çalışılıyor.

Ancak Tophane’deki saldırı, bu çeşitliliğin hayata geçirilmesi hususundaki mikro-mücadelelerin şiddetli bir versiyonu olma niteliği ile bir semptom olarak okunmayı bekliyor.

Zira bir mahallenin içinde, kültürlerin kozmopolitikasının geçişliliği, mübadele ilişkisinin karşılıklılığının da sınırlarını işaret ediyor. Biz ve onlar eksenli, ikili karşıtlıklara indirgenen ayrışmalar, mekânlara ve zihinlere yansıyor.

Tophane’deki galerilere yapılan saldırının bir ilk olmadığını biliyoruz. Tophane’deki şiddet, kültürel unsurun arkasında örtük bir şekilde yerleşmiş olan ekonomik eşitsizliği imliyor elbette.

Yersizyurdsuzlaşma sürecinde yaşanan sermayenin kayganlığı ile yerleşikliğin birbirini iterek ve çekerek yarattığı tansiyon, bir mahallenin sağladığı mekân ve zamanda patlıyor…

Ancak örgütlü ve planlı müdahale olarak tanımlanan saldırının somut ve tek bir nedenini arayanlar için ya bu durumu kavramak karmaşık bir hale geliyor ya da indirgemeci ve sığ bir yaklaşımla işin içinden çıkılıyor.

Galerilerin yeni muhafazakârlığın yükselişiyle birlikte elitizmin temsilcisi olarak değerlendirildiği ve hedef olarak saldırıya uğradığı ileri sürülüyor. Bu haliyle saldırı bir sınıf çatışması ya da sınıflar arası bir mücadele olarak değerlendiriliyor. Ancak sınıfların birbirinin içine nüfuz ettiği günümüzde, bu değerlendirmenin kendisi, meselenin okunmasını güçleştiren unsurlardan biri haline geliyor.

Bu galerilerde düzenlenen eşzamanlı açılışlar, mahalle ‘sakin’i tarafından “dışarıdan gelen” olarak kodlananın giderek yayılması ve kendi kodlarını yerleştirmeye başladığının kavranması bakımından önemli bir gelişme.

Mesele, bu direnişin yorumlanmasında karmaşıklaşıyor ve yorum ihtiyacını ortaya koyuyor.

“Yeter artık” repliğiyle isyan eden, acaba Beyoğlu’nun turistikleşerek ve marjinalleşerek ulusaşırı sermayenin güdümünde “heryerleşme”sine mi direniyor?

Yoksa kendi “özgün” kültürünü yaşadığı yerel dinamiklerin hâkimiyeti karşısında, sanat galerileri aracılığıyla görünür hale gelen yaşam tarzı değişimine ve sanat işleriyle ifade edilen bu değişimin eleştirisinin tekrarlarına mı direniliyor?

Değişimin eleştirisinin tekrarlarına direniş… Yani bu saldırı, değişime direnişten ziyade değişimin eleştirisinin yapılmasına, bunun görünür kılınma formlarına ve bu formları üreten zihniyete karşı bir hareket olarak okunabilir.

Burada kendinden olmayan zihniyeti üreten bedenleri “insan” olmaktan çok yok edilesi bir “makina” ya da “veri” olarak gören bir bakışın varlığından bahsetmeliyiz.

Doğurganlık makinası olarak değerlendirilen kadına karşı mahallenin sunduğu yer ve zaman içinde galerici ve sanatçı kadının başka bir şey (de) üretebilen bir makina olarak çalışması, bu bakışın bir parçası değil mi?

Ahlak temelli tartışmaların altında yatan ve yersizyurdsuzlaşan nedir acaba? İçki içmediğini açıklamak zorunda bırakılmanın bugünkü yönetim zihniyetiyle ilişkisi nedir?

Değişimin eleştirisinin yapılmasına, bunun görünür kılınma formlarına ve bu formları üreten zihniyeti, onu üreten makinalar olarak bedenlere yönelik müdahalelerle ortadan kaldırmaya çalışan girişim, kendisini linç etmeye teşne bir şiddet ve saldırı ile ortaya koymakta.

Bu şiddetin bir başka yönü de şu: Popülist gazetecinin dilinde yaşam tarzlarının çatışması olarak yeniden sunulan saldırı, bugün aynı zamanda hükümet yanlısı ve hükümet karşıtı iki sabit taraf yaratarak orta ve üst sınıfın içindeki ayrışmaları da tektipleştiriyor gibi duruyor.

Yani, bu direnişin açıkça ortaya koyduğu basit mesaj, “biz” ve “onlar” arasındaki “farklılıklarımızla birlikte yaşamak istemiyoruz” yargısından mı ibaret? Bu saldırı bir ilk değil; böylesi bir olayın medyatik yansımalarının kolaylıkla öngörüldüğü de ortada.

Bugün çokkültürcü ve yeni-sömürgeci iktidarın polemik ve skandalların yarattığı kokofoniden yararlanarak kamuoyu oluşturduğunu ve karar verme süreçlerinde taraf olma durumunda bırakan bir yönetim zihniyetiyle işlediğini biliyoruz. Referandum tartışmasının ardından bu tespitin daha da belirginleştiğini görüyoruz.

Çağdaş sanatın içine de nüfuz ettiği görülen bu dolaylı siyasi zorlamanın, bu tip olayların yarattığı karmaşa süreci içinde olan nedir? Ona bakmak lazım.

Örneğin, ikili karşıtlığın oluşturulması süreci içinde saldırıya neden olarak gösterilen Extramücadele’nin işleri, potansiyellikleri harekete geçirerek acaba bu tartışmanın neresinde ve nasıl işlev görüyor? Yani bu işlerin anlamından ziyade, ürettiği işlevin niteliğiyle ilgilenmek gerekiyor.

İkili karşıtlığın birbirine eklemlenmesini eleştirel bir bakışla yeniden sunan bu işlerin, milliyetçi muhafazakâr tanımı altında sınıflandırılanlar ile diğerleri arasında anlamlandırılan kamplaşma için araçsallaştırılabildiğini görüyoruz.

Basın toplantısında ise bu indirgemeciliğe ve ötekileştirmeye karşı takınılmaya çalışılan sağduyulu tavır, her ne kadar hükümet karşıtı izleyiciyi memnun etmese de olayın ardındaki sorunların ifade edilmeye çalışılması bakımından mesafeli bir bakışın varlığını sezmemize izin veriyor.

Öte yandan bu tavrın, basın toplantısını izleyen heyecanlı kalabalık arasında polisten ya da radikal fanatik grupların şiddete dayalı tepkisinden çekinmek olarak yorumlanması, hem bu mesafeli bakışın varlığının belirginleşmesini ve görünür kılınmasını güçleştiriyor hem de ikili karşıtlıktan beslenmeyen üretimler için gerekli olan yerleri ve zamanları daraltıyor.

Ebru Yetişkin

* GençSanat Dergisi, Ekim 2010, Sayı 187'de yayınlanmıştır.