Sunday 23 November 2008

Rede an den kleinen Mann

Dinle küçük adam,
Hakikati güvenliğe yeğ tutan bir yaşam biçimi içinde elde edilen büyük başarı ve bulgunun yazgısı şudur:
Senin tarafından büyük bir açgözlülükle yalanıp yutulmak ve sonra gene senin tarafından dışkı olarak atılmak.

wilhelm reich

Friday 21 November 2008

Ne / Nasıl / Kim İçin ve Bir Soru : 11. İstanbul Bienali Kavramsal Çerçevesi


11. Uluslararası İstanbul Bienali'nin kavramsal çerçevesi, 17 Kasım 2008 tarihinde Bienal'in küratörleri Ivet Ćurlin, Ana Dević, Nataša Ilić ve Sabina Sabolović, yani grup ya da küme ismiyle WHW (What, How & for Whom / Ne, Nasıl & Kim İçin) tarafından Beyoğlu'ndaki Ses Tiyatrosu'nda düzenlenen bir basın toplantısıyla açıklandı. 12 Eylül – 8 Kasım 2009 tarihleri arasında gerçekleşecek İstanbul Bienali'nin başlığı "İnsan Neyle Yaşar?"


Ne?

İnsan neyle yaşar?

WHW, bienal aracılığı ile bir soru soruyor ama belli ki gelecek ve geçmiş ile eklemlenecek cevapların üretilme süreci ile bu sorudan çıkmak istiyor. WHW, süregiden araştırmasına yeni bir soru ekleyerek bugüne kadar biriktirdiği üretimlerin yanına yenilerini koymayı arzu ediyor. Dolayısıyla her ne kadar asıl vurgunun cevapta değil de hem sorunun kendisinde hem de cavap arama ve üretme sürecinde olduğu düşünülse de (bu yüzden kibirli ve iddaalı gözükebilir diyerek kendilerini bir çırpıda da açıklama ihtiyacı hissediyorlar belli ki) süregiden arayışlarına bir çağrı olarak, WHW’nin sorduğu soru arşivi, birikimi, birikime dayalı harcamayı ve tüketimi esas alan sanat anlayışının yanında yenilikçi, dönüşümü esas alan ve mevcut anlamların içeriği ile işlevlerini yersizyurdsuzlaştıran, üretime yönelik bir çaba gibi duruyor. O halde evet, neden olmasın?

WHW, Bertolt Brecht'in Elisabeth Hauptmann ve Kurt Weill ile birlikte 80 yıl önce yazdığı “Üç Kuruşluk Opera” adlı oyunun ikinci perdesinin kapanış parçasından yola çıkarak yaptığı performansta ekonomik krize atıfta bulunarak, sanatın “orada”, “kendi halinde”, “ekonomik ve politik olandan başka bir dünyada” durmadığına dikkat çekiyor. Mevcut ekonomik kriz ile kurulan güncel ve güçlü bağ ile sanatın da politikanın ve ekonominin arayışına aktif bir şekilde dahil olduğunu parmakla göstererek sanatın toplumsal değişime önayak olduğu bir hareket öneriyor.


Nasıl?

WHW’nin seçtiği yöntem, her ne kadar kendileri tarafından açıklanmasa da, Deleuze’ün Tarde’ın “örtülü tekrar” olarak sorunsallaştırdığı tekrar kavramını da bir alet olarak kullanan kuramsal bir arkaplana sahip. Kısaca açıklamak gerekirse, örtülü tekrar, geçmişten bir unsuru çekerek temellük etme üzerine kuruludur. Yani birebir, mekanik tekrarı içererek birine ya da bir şeye ait bir anlatının ya da tarihin kopyalanarak kökü ile hiçbir bağı olmayan herhangi bir alanda tekrar edilmesi, tekrarın içindeki farkı ortaya koyacaktır. Bu nedenle 12 Eylül tarihinin darbe tarihinden koparılarak yeni bir açılıma davet etmesi, WHW’nin çağdaş sanat ile yaratmayı arzu ettiği dönüşümü ve farkı tekrar ederek vurguluyor.

Ekonomi üzerinden politik, tarihsel, toplumsal ve kültürel olan ile yeni ilişkiler kurabilmek için tekrar kavramı, WHW tarafından birçok kez kullanılıyor. Örneğin, krizler... 1920’lerden itibaren burjuvanın hüküm sürdüğü ve iktidarın dini ahlak ve liberal demokrasi üzerine kurduğu düzenin krizler ile bir makina gibi işlemesi ve kapitalizmi sürekli içten patlatarak sürdürülebilir kılması bugün de tekrar eder. Siyasal iktisatçı Polanyi’nin 1944’te yayınlanan Büyük Dönüşümü’nde “‘kısıtlamaları kaldırılmış piyasa ekonomisi’nin gelişimi ve ardından faşizmin yükselişi üzerine yaptığı analizde, toplumsal gelişim ile ekonomik gelişimi uzun vadede ayırma eğiliminin, son noktada toplumsal kargaşa ve totaliter rejimlerin yükselişiyle sonuçlanacağına dikkat çekiliyor.

WHW, bugün de benzer durumun etno-milliyetçiliğin, kökten-dinciliğin ve faşizmin yükselişi ile ortaya çıktığına dikkat çekiyor. Dahası, kültür / siyaset / ekonomik ve (her ne demekse) toplumsal olan arasındaki ayrımın sürdürülmesini takiben farkları ve farklılıkları silerek karşıtlıklar üzerinden (yeniden) benzerlikler ve özdeşlikler kuran bir denetleme - baskı iktidarının elini güçlendirdiğine dikkat çekiyor. Artı-değer dağılımındaki dengesizlikten kaynaklanan toplumsal kargaşa siyasi manipülasyonlar, cinsiyete dayalı baskılar, nabza göre ahlak, baskıya boyun eğme ve dine dayalı ikiyüzlülük gerek sosyal bilimlerin de içinde bulunduğu kuramsal alanda gerekse gündelik yaşamda kendisini gösteriyor.

WHW, sergilediği basın toplantısı biçimini yapıçözümüne uğrattığı performansta da bu politik unsurları ileri/geri, ileri/geri, ileri/geri kelimelerinin mekanik tekrarı üzerinden, politik alandan ayrı bir yerde konumlandığı varsayıldığı için kökü ile hiçbir bağı yok-muş gibi algılanan sanat alanında ele alıyor. WHW, toparlamak gerekirse, politika/sanat/ekonomi arasında olduğu varsayılan ayrımı yıkan farkı, sanatın aynı zamanda hem ekonomik, hem politik hem de toplumsal olduğu gerçeği ile ortaya koyuyor. Benzer durumların (yani 1920’ler ve 2000’ler) birbirinden bağımsız ve türdeş olmayan unsurlar ile yinelenmesini gerek bir basın toplantısı biçimindeki temsil aracılığı ile gerçekleştirerek farklılaştırıyor (bir bakımı temsili de bozuyor), gerekse içerik bakımından geçmişin (12 Eylül 1980 darbesi, 1920-1930’lardaki faşist yönetimler vs.) temellük edilmesiyle yeni düşünme, görme ve üretim biçimleri öneriyor.

Bu nedenle sıradan-mış gibi algılanan basın toplantısı pratiğine yakından bakıldığında (tekrarlar arasındaki) farklar su yüzüne çıkıyor. “Ontolojik bir zorunluluk” olarak benimsenen bu yöntem (çünkü farklı ve yeniyi ortaya koyabilmek için sanatın formel sınırlarını epistemolojik olarak başka bir yere taşıma ihtiyacı doğuyor) böylelikle siyasi ve etik tavırlara ilişkin bir yaklaşım geliştirerek çağdaş bir sorunsallaştırma yapılabilmesine olanaklar açıyor. Bir başka deyişle WHW, bir sapma yaratarak, bu sapmayı takip ederek kaçabilecek olanları çoğaltmayı ve böylelikle çoğalmayı arzu ediyor. Tekrarın tüm araçlarını kullanmaya çalışan bu arzu aynı zamanda müthiş bir güç istencini de içinde barındırıyor.


Kim İçin?

Bana kalırsa WHW, bienalin kavramsal çerçevesi vesilesiyle hitap etmek istedikleri ile ilişkiye geçmeye başladı bile. Kendisini ve ilişkiye geçtiği şeyler, kurumlar, kavramlar, değerler, normlar, şablonlar ve tanımlar ile sürdürülen mevcut düzeni sorgulamadan benimseyen, en ufak bir değişiklik çabası karşısında endişe ve tekinsizlik nedeniyle buna karşı çıkarak her türlü farklılığı / benzemeyeni / değişimi yadırgayan / yeren / küçümseyen ortodoks, muhafazakar, burjuvaların işgal ettiği siyasi, kültürel, politik, ekonomik ve daha ne kadar alan varsa, oluşan bu coğrafyadaki herkes ve herşey buna dahil... Bir başka deyişle değişime karşı olanlar ile değişim yanılsamasını üreterek mevcut koşulların sürdürülmesi için bağ olanlar...

WHW’nin yaptığı performansın izleyenlerin çoğu tarafından sanki “yalnızca” “eğlenceli” bir tiyatro temsili ya da bir “gösteri” olarak algılandığını belirtmekte yarar var. Ne de olsa bugüne kadarki hegemonik yapısı ile “temsil olarak sanat”, WHW’nin de vurguladığı üzere, “genellikle havalı, hoş, eğlenceli birşey olarak” sunulmamakta mıdır? Bienaller de zaten “kentlilerin kendilerini uluslararası iletişime elverişli özellikleriyle küreselleşen dünya haritasında konumlandırmak için kullanmaya kalkıştıkları kültürel turizm bileşenleri” haline gelmemiş midir?

“Temsil olan sanat”ın yersizyurdsuzlaştırılması ve basın toplantısı gibi bir temsil biçiminin yapaylığının “tekrar tiyatrosu” ile yerle bir edilmesi ile

mevcut koşulların ve statülerin
sürdürülmesi zorunluluğunu hissederek
çoktan miyadı geçmiş olan unsurların
tedavülden kaldırılması
ve değiştirilmesi gerçeğini fark etmeyen
v e bu gerçeği yok sayan,
duymayan, umursamayan,
görmezden gelenler

mevcut verili unsurları
ve bugüne kadar tanımlanmış, adlandırılmış, sınıflandırılmış,
hep karşıtı bulunmuş
ele geçirilmiş olanı
gündelik pratikler içinde üretim yaparak
değiştirmek için
üşenen, korkan, tedirgin olan
üretimi, yeniliği, değişikliği
hep gelecekte
bir başkasının
yapmasını bekleyenler

“zamanında birşeyleri değiştirmeye çalıştık da n’oldu?” diyerek
bastıranlar, bastırılanlar,
ve baskılanarak bastıranlar
dışlayanlar, dışlananlar
dışlanarak dışlayanlar

yokluk içinde “varlık” buldumcukları
klişeler ağına takılıp orayı yurt edinenler
çıkış aramayanlar
arayışın kendisinin olumsal bir süreç olduğunu
arayıştan duyulan rahatsızlığın ve kaygının
mevcut olana bağ yarattığını ve
mevcut olanın sürdürülmesini sağladığını
fark edemeyenler

“olan” hakkında
şikayetler yapmaktan yorulmayan,
ezberlenen ve biriktirilenleri yineleyip duran
yapılması gerekenleri dizip duran
böylelikle varolanın sürdürülmesine katkıda bulunan
yetkinlikten yoksun,
edilgen –
çalıştığını zanneden tembeller,
engelliler

ile ilişkiye geçilmeye başlandı.


“gösteri”nin eğlenceli bulunmasının –ve bu nedenle beğenilmesinin- bir başka nedeni, mevcut koşulların dönüştürülmesi / saptırılması hususunda izleyicinin yap(a)madığının bir başkası (yani WHW) tarafından temsil ediliyor olması da var tabi. Kendisinin –yani burjuvanın ve ortodoks solun- yap(a)madığı ama –nasıl olsa – birilerinin onun adına da konuşması ve eylemde bulunması, elini taşın altına koymadan, üretim yapmadan, alkış tutan edilgen kitlenin haz duymasına neden oldu.

Hazzın işlevini dönüştürmeyi arzu etme istenci ile güç bularak saptırıcı, dönüştürücü üretimlerde bulunan ve çoğalmaya çalışan WHW’nin direnişin ve başkaldırışın, temsili demokrasi tarafından iktidarın “karşısında” konumlandırılan muhalefete ve kamusal alanda sivil toplum örgütüne bırakıldığını gözardı etmediğine eminim. Peki, mevcut olanın oluş koşullarını analiz etmeden onu eleştirmek ve varlığını sorunsallaştırmak eleştiriyi yapanı, analiz edeni ve düşünce üretmeye çalışanı da aynı tuzağa düşürmez mi? Türkiye, sosyolojik olarak, kaygan bir zemindir. Dikkatli yürümek gerekir. Hızla koşarak, birşeyler iddia edeceğim derken mevcut klişelere kapılmak ne kadar da kolaydır.

Bu konuya geçmeden önce, sanatın eğlenceli bir eğitim aracı olarak değelendirilmesi hususuna bakmakta yarar var. Zira bienal ile eğlendirilerek eğitilmek istenen Türkiye’nin sürekli eleştirdiğimiz “kendisine dayatılanı hemencik de üstüne giyip uymuş gibi yapması”nın bir kez daha çok mümkün olabileceği riski ile karşı karşıya olabiliriz.

Burjuva izleyicinin küratörün gösterdiği cesaret ve güce sahip olma arzusu ile takdir etmesi ve bundan duyduğu hazzın dönüştürücü bir işlev kazanabilmesi, bakmanın ötesinde bir yaklaşımı da benimseyebilecek izleyiciyi daha üretken bir katılımcı haline dönüştürme çabasından geçiyor. Ne var ki Batı metafiziğinin kültür kanalından küratör karakteri ile seslendirdiği bu öz-bilinç sahibi, rasyonel, aydınlanmacı ve sanatı –zaten hep güdülmesi ve yola getirilmesi gerekli olduğu ileri sürülen- toplumu “eğitme” çabası için bir araç olarak değerlendiren bu yaklaşımı ne kadar kucaklayabiliriz? “Yine mi aynı nakarat?” dedirten sıkıcı, tanıdık, bildik aydınlanmacı, evrensel, kartezyen boğukluk, bir adım geri atarak mesafeli bir duruşu gerekli kılıyor.

Eğlenceli ve didaktik olayım diyenler kimler olacaktır? Bir yandan bireysellikler, kendilikler, kimliksizleşmeler, ilişkisellikler kucaklanırken neden hala eskimiş bir “eğitmeliyiz bize benzemeyenleri” söylemi bırakılamıyor? Ben bienal vesilesiyle eğitilmek istemiyorum. O halde

Yine aydınlanmış ve “doğru”yargılar üretene göre
geri kalmış olacağım
“yoz” kaldım, “yoz” kalacağım
“yabani” sayıldım, “yabani” kalacağım
“yol”a sokulamadım, hala “yol”dan sapanım,
eğitilerek birine benzemek istemeyenim
bir türlü anlamayanım...

Halbuki, sürekli kendiliği hakkında bir farkındalık sahibi olmak ve sanatın da bu ilişkiselliğe aracı olması, dönüşüm yaratacak “ilişkiler” yani (b)ağlar için örgütlenmesi ve kendisine modern paradigma tarafından biçilen “eğitimci” rolü reddetmesi daha sağduyulu geliyor. Sanatın “işe yaramaz mıyım?” paranoyasından çıkarak, ürkmeden yoluna devam etmesi, bilimler ve felsefe ile birlikte işleyen bir makina olarak üretim yapması, epistemolojik yırtılmayı büyütecektir.

Burjuva izleyici ve ortodoks sol ile üretim yapmaya çalışmak, onu şaşırtmak, yabancılaşma efekti aracılığıyla kendi üzerinde düşünmesini sağlamak amaçlanıyor. WHW’nin akım yaratarak çoğaltmak istediği içeriğin –en azından- ilk şırınga edilişi, izleyicinin şaşkınlığı ve tedirginliği ile nasıl başa çıkacağını –en azından- o anda bilememesi yüzünden yabancılık efekti ile karşılaştı. Ne var ki, yabancılaşma efektinin ortaya çıkaracağı düşünce yaratımı süreci duvara tosladı ve Türkiye’deki çağdaş sanat izleyicisi en azından ilk sözlüsünde takıldı. Basın mensupları olanı/oluşanı kavrayıp, soru sormakta zorlandı. Türkiye’de ne zaman ortodoks sol ile çağdaş sanatın karşılaşmış olduğu (Ayşegül Sönmez / Radikal), izleyiciden –dolayısıyla kendisinden - ne kadar Marksist bilgi beklendiği (Evrim Altuğ / Sabah) ve Brecht’ten bahsedildiğine göre Berlin Ensemble ile -dolayısıyla Alman sanat çevresi ile (Alman Devlet Radyosu) ne ölçüde ilişkiye geçileceği soruları toplantıdaki birkaç küçük soru içinde en dişe dokunur olarak nitelendirilebilse de, soruların mahiyeti dahi aslında WHW’nin deşmek istediği yarayı yeniden bizlere gösterdi.

“Kim olduğumuz üzerinden deşilecek yaramızın, bienal vesilesiyle epey tartışma yaratacağını umuyor, sorgulanmayan bir yüzleşme sürecini açığa çıkaracağını düşünüyorum.”

Kuşkusuz bienalin başlangıç tarihinin 12 Eylül olarak seçilmiş olması, kim olduğumuz ile yüzleşebilmemiz bağlamında iç ve dış faktörler ile şekillenen, tekrar vesilesiyle bir fark ortaya koyma amacı taşıyan bir tercihe dayanıyor gibi duruyor. Ortodoks solun modası geçmiş, hantal, devlet memuru zihniyeti ile çağdaş sanatın “temsil olarak sanat” tanımına aşina, edilgen burjuva zihniyetini kurcalayabilmek için, kısaca bu karşılaşma ya da kesişme sürecine bakarak belirtilerin analizini yapmaya çalışayım. Çünkü, bana kalırsa bienalin 12 Eylül ve ortodoks sol üzerinden kurcaladığı husus, Türkiye’nin cumhuriyet tarihindeki en belirgin ekonomik, politik, toplumsal ve kültürel mikro kırılma noktalarını oluşturarak günümüzde yaşanan sorunlar ile uğraşıyor.

Kuşkusuz yerelde yaşananların küresel ile eklemlenmesi sürecinde çağdaş sanatın birleştirici rolü oynaması ya da birleştiren olmaya çalışması, İKSV ile bienalin de kendilerini masaya yatırdığı anlamına da geliyor. Böylelikle WHW, yerel, ulusal, uluslarası arasında bugüne kadar yapılmış ayrıma dikkat çekerek yerel ve evrensel arasındaki iki kutupluluğu ortasından delerek geçiyor. Yerelin aynı zamanda evrensel olabileceğine, evrenselin de bir o kadar yerel sayılabileceğine yapılan vurgu, kapitalizmin olumsuz sonuçları nedeniyle paylaşılan ortaklıktan yola çıkan dönüştürücü işlevi yaymaya gayret ediyor.

Peki, edilgen olduğu ileri sürülebilen ve kendisinden katılımcı yeni ilişkiler yaratarak üretim yapması beklenenler kim?

12 Eylül 1980 askeri darbesi ile Türkiye’deki kurumsal, entelektüel ve örgütsel sol hareketin kesintiye uğraması, bastırılması ve yok edilmesi sonucunda cumhuriyetin devrimci ve laik ideallerini geleceğe taşıyacak olanların dağıldığını biliyoruz. 1980’ler sonrasında askeri bir darbenin ezikliği ve bastırılmışlığının altında Türkiye’nin liberal ekonomiye geçişi ile ortaya çıkan yeni iktidar ve güç dinamiklerinin, bambaşka gelişmeleri beraberinde getirdiğini de biliyoruz. Örneğin, 1980 öncesinde ithal ikameci bir politikadan (yabancı olarak tanımlanan malların / kavramların / düşüncelerin / etkileşimlerin / ilişkilerin sınırlandırılmasından), ihracatçı (yabancı olarak tanımlanan mallara / kavramlara / düşüncelere / etkileşimlere / ilişkilere tabi olarak sorgulamadan benimseme ve tüketme) politikaya geçiş, beraberinde toplumsal gündelik hayata doğrudan nüfuz eden etkilere de neden oldu, değil mi?

Liberal ekonominin yan ürünü olarak eklemlenen Batı metafiziğinin sorgulanmadan benimsenişi vesilesiyle hem Batı hem de Doğu (olarak belirsizce tanımlanan) arasında sıkışan Türkiye’de gerek (sol / sağ, dinci / laik, vatansever / vatan düşmanı gibi) kutuplaşmalar, gerekse (popüler arabesk hareketinin yanı sıra gecekonduların yanı başındaki devasa alışveriş merkezleri gibi) eklektik yeni birliktelikler eşzamanlı işlev görmeye başladı. Örneğin 1980 öncesinin sol entelektüeli ya ortodokslaşarak mevcut işleyişi kavramakta geride kaldı ya da tamamen yan çizerek kapitalistleşti, kimliksizleşti. Göçlerle plansız büyüyen kentlerde yaşayan işçi sınıfı ve burjuvazi de böylelikle çoğalmaya, karmaşıklaşmaya ve çeşitlenmeye başladı.

Ekmek kavgasıyla ve göçle gelişen bu kentleşme sürecinde yerleşik, muhafazakar kurumlar, değerler, normlar, estetik / kimlik / din / statü anlayışları değişti. Göçmen geçmişe sahip ancak yerleşik kökenleri ve alışkanlıkları ile güçlü bağlara sahip, kentli yeni-orta ve alt sınıf, konumunu kaybetmeye direnenler tarafından dışlama pratikleri vesilesiyle ötekileştirilerek karikatürize ve marjinalize edildi. Gösteri, popüler kültür ve magazin, yüksek kültür ile alçak kültür arasındaki ilişkinin radikal bir biçimde zayıflamasına etken oldu. Batı’yı sorgulamadan tekrar eden ve benimseyen, kendisine öğretilmemiş olan yabancıyı tanımayarak reddeden ve dışlayan elitist, burjuva azınlık ise konumunu ve konumundan dolayı kazandığı çıkarları kaybetmemek için Batı’ya olan borcunu kültür / politika / ekonomi ayrım temelli düzenin içinde sanatı marjinalize ederek ödedi, ödemeye devam ediyor ve bunu da pek değiştirmek istemiyor çünkü ancak böylelikle bir nefes alabilme / yaşama / varlığını sürdürebilme imkanı buluyor.

Batı’da da yaşanan benzer süreç, bienallerin bu dönemde büyük sanat etkinlikleri olarak pazarlanmasını sağlayarak kültür endstrisine ivme kazandırdı. Bu gerçekler temelinde İstanbul bienali de, “farklı kültürlerden” sanatçı ve sanat izleyicileri arasında iletişim kurmanın yanısıra kentin değişen dünya üzerindeki konumunun tekrardan değerlendirilebilmesi amacıyla dünyada bienallerin patlamasıyla eşzamanlı olarak 1987 yılında başladı. Dolayısıyla bir çağdaş sanat etkinliği olan bienal, evet, en azından Türkiye’de, solun ortodokslaşarak eylem gücünü yitirmesini ikame edecek ve kapitalizme ivme kazandıracak bir üretim aracı olarak işlev görmeye başladı.

Ne var ki, bu politik, ekonomik ve kültürel dönüşümü ve ikiyüzlü gidişatı gören ve bu topyekün toplumsallaşma süreci içinde bir farkındalık yaratıp eleştiri yapmak isteyenler ise hem sansürlerden, yasaklardan ve geçmişte bugün için müstahak olması için yapılan eylemlerden ötürü sustu ve susturuldu hem de kendilerini ifade edecek dergi, sergi mekanı, sponsor gibi destekler bulamadıkları için popüler mecraların içinde eridi. Bu anlamda WHW, sanat işlerinin popüler basın aracılığı ile daha geniş kitlelere ulaşmasının sağlanması için basının politik ve ekonomik olana öncelik verdiği gerçeğini içkinleştirerek, bienali pazarlamaya yönelik bir deneme de yapmış oluyor. Yalnızca mevcut biçim ve düzenlerin tekrarından ziyade, enformasyonu veren (küratörler) ile enformasyonu dağıtan (basın) arasındaki ilişkiyi basın toplantısı janrından çıkarıp dönüştürerek yeniden üreten WHW’ye önerim, yalnızca kültür-sanat yazarlarını değil, ekonomi ve siyaset yazarlarını da basın etkinlikleri içine katmaya çalışmaları olacaktır, zira örneğin bienalin (bile!!!) mevcut ekonomik kriz ile söyleyebileceği birşeyleri var (-mış !) algısı, bienalin izleyici kitlesinin yayılmasını da çeşitlenmesini de sağlayacaktır. Bu yaklaşım ise, sanat / kültür / politika arasında varsayılan ayrımın yıkılmasına güç katacaktır.

Bir Soru:

WHW’nin “Üç Kuruşluk Haberler” başlığı ile çıkardığı gazetede Tuncay Çavdar’ın Türkçe’ye tercümesini yaptığı “İnsan Nasıl Yaşar?” adlı metnin inglizce ve türkçe karşılıkları birbirine uymuyor. Tutarsızlık daha ilk cümleden başlıyor.

Örneğin,
“sayın baylar, bize hep ders verirsiniz”,
“You gentlemen who think you have a mission”
yani,
“bir görevi olduğunu düşünen siz baylar” olarak tercüme edilmeli.

Yahut, insanın gözlerinin faltaşı gibi açılmasına neden olan bir başka fark,
“İnsan neyle yaşar: Ezip hiç durmadan. Soyup, dövüp, yiyip yutarak insanları”
“What keeps mankind alive? The fact that millions / are daily tortured, stifled, punished, silenced, oppressed” olarak ifade edilmiş !!!
Halbuki ingilizce olan metin doğruysa bu ifadenin Türkçe karşılığı:
“İnsan neyle yaşar? Milyonların hergün işkence görüp, boğulup, cezalandırılıp, sessizleştirilip, baskı altında tutulması bir gerçek iken” mi olmalıdır, bilemiyorum. Ne dersiniz?

Karşılaştırma yapmak ve açıklama yapmak isteyenler için ingilizce ve türkçe metinleri görebileceğiniz İKSV’nin websitesi bağlantısını ekliyorum.

http://www.iksftp.com/bienal2009/IBnewspapers.pdf

Bu durumda acaba tercüme almanca’dan mı yapılmış yoksa gözden kaçan ve yanlış anlamaya neden olabilecek bir hata mı var diye insan kendini sormaktan alıkoyamıyor?

İlgililere duyurulur...

Ebru B. Yetişkin

Wednesday 19 November 2008

Ferruh Doğan'ın Yıllar Önce Yayınlanmış Bir Karikatürü..


Mitler zamana sigmaz

Omer Bey'in tanimiyla "genc sanatcilar miti" surmekte, evet Elf. Pera Muzesi 2005 yilinda "Genc Acilim" diye bir sergi yapti idi. Ancak bu serginin Pera Muzesi'nin durusu ile nasil bir bagi vardi ya da o sergi muzenin izledigi politikaya ve koleksiyonunu yapilandirmasina nasil etki etti merak ediyorum. Yoksa amac "genc sanatcilara dikkat cekmek" iyi niyeti altinda sadece bir sergi yapmak miydi? Pera Muzesi'nin -eger varsa- genc sanatcilar koleksiyonunu umarim yakinda gorebiliriz. Diger taraftan Charles Saatchi'nin de tum dunyada sozkonusu mitin yaratilmasinda nasil etkili oldugunu unutmamak lazim. Saatchi'nin sanat tuccari zekasi genc Hirst'i yaratti ama sonrasinda Hirst'in Saatchi'ye buyuk başkaldırışı yetmedi, simdilerde ondan daha da sanat tuccari zekasina sahip oldugunu tum dunyaya gosterdi. Besle genc sanatciyi oysun gozunu..gibi. "Genc" sanatcilari seviyoruz o baska. Mesela Semiha Berksoy gibi.

Hakikat

"Hakikat şudur: Genç Türk resmi gittikçe kuvvetleniyor. Onu sevmek ve tanımak için yabancıların işaretini beklemeyelim, mahcup oluruz."
Ahmet Hamdi Tanpınar, Ülkü, Şubat 1946

NOSTALJİK Mİ GELDİ?!!

Monday 17 November 2008

“VAR” İLE “YOK” ARASINDA
TÜRKİYE’DE SANAT ELEŞTİRİSİ

Hazırlayan: Seda Yörüker

Neresinden bakarsanız bakın Türkiye’de en az sanatın kendisi kadar tartışılan bir konu da sanat eleştirisi. Önceleri edebiyatçılar, sonraları bizzat ressamlar tarafından yapılan sanat eleştirisi, bugün “var”mı, “yok” mu diye tartışılıyor. İçimizdeki sorun; sanat eleştirisini, sanat eleştirmenleri dışındakiler aşağıdaki iki soru üzerinden cevapladı. Kuşkusuz burada çıkan sayısal sonuçlar, soruları yanıtlayanların cevapları doğrultusunda şekillendi, dolaysıyla daha geniş bir topluluğun sonucunu yansıtmıyor. Ancak sanatsal bakış açılarının birbirinden farklı olmasına özellikle özen gösterilmiş 40 civarı kişinin yanıtları, Türk sanat ortamında sanat eleştirisine bakışı mikro düzeyde dahi olsa yansıtabilir.

Sadece sanat eleştirisinin değil eleştirinin kendisinin başlıbaşına modernizmin temel bir sorunsalı olduğu düşünülürse Türkiye’nin modernizmle ilişkisine paralel olarak ele alınabilecek bir sanat eleştirisi ya da onun neden “yok” olduğu meselesi daha da anlaşılır olacaktır. Diğer taraftan geçmişte Fikret Adil, Ahmet Hamdi Tanpınar, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nurullah Berk, Sezer Tansuğ gibi erkeklerin temsil ettiği sanat eleştirisi alanında hiçbir kadının varolmayışı ne kadar dikkat çekici ise bugün en azından burada çıkan bir sonuçla bu alandaki iktidarı bir kadının; Ahu Antmen’in yerinden oynatması aynı ölçüde anlamlıdır.


1- Türkiye’de mevcut sanat eleştirisinden memnun musunuz?
2- Sizce Türkiye’de en iyi sanat eleştirmeni kim?


SANAT ELEŞTİRİSİ HANGİ KELİMELERLE ELEŞTİRİLDİ?

kamplaşma, dil, dedikodu, piyasa, yargılamak, isim vermek, ithal etmek, karşılaştırmak, diplomatik olmak, yeniden üretmek, finanse etmek, akım yaratmak, öğretmek – öğrenmek, kısır, ilişkiler ağı, ironik, kıskançlık, bağımsız, kahin, sanat tarihçisi, birincil kaynak, sempati – antipati, pazar, korkmak, basın, argümantasyon, bankalar, AICA, akademik, güncel sanat, pasifize edilmek, duyarlılık, entelektüel, cesur, spekülasyon, modern, çok bilmiş, Pierre Restany, gazeteler, feodal kültür, boşluk, modernist, dürüstlük, güç odakları, küratörlük, terminoloji, sektör, demokrasi, meslek, sanat dergileri, Clement Greenberg, Edward Lucie Smith, D Grubu, New York Times, sürü kültürü, basın bülteni, angaje, objektif olmak, kirlilik, underground, analiz etmek, sergi gezmek / gezmemek, küçük-burjuvalaşma, çağdaşlık, kemikleşmiş, haksızlık, öncü, samimiyet, Batı, hobi, sanatçı içgüdüsü, sıradışı, Postmodern, Guardian, Le Monde, dönüm noktası, Damien Hirst, plastik sanatlar, Orhan Pamuk, kötülemek, sanat tarihi, kaotik ortam, sistem, edebiyat yapmak, siyasal, kuram, kurum, uzman, abici-ablacı, takım muhabbeti, bön-pozitivizmi, derinlik, çoğulculuk, övgü / yergi, ateş etmek, …


ALP TAMER ULUKILIÇ (Sanatçı)

1- Bankalar gibi bir takım kurumların tekelinde ve onlar için çalışan sanat eleştirmenleri var, dolayısıyla Türkiye’de fikir olarak bağımsız bir sanat eleştirmenliğinden bahsetmek çok zor.
2- Ahu Antmen


ÖMER ULUÇ (Sanatçı)

1- Hiç değilim. Öyle bir şey yok zaten, çünkü basın itibar etmiyor. New York Times’ın sanat eleştirmenlerini herkes tanır, onların bir itibarı vardır, yazdıkları önemlidir, Türkiye’de ise sanat magazinleşiyor, sanat eleştirisi de magazinleşiyor ancak ben nitelikli bir eleştiri göremiyorum.
2- Ayşegül Sönmez


TOMUR ATAGÖK (Sanatçı, Müzeci)

1- Eleştirmenlik nesnel değerlendirme gereken bir alan. Bu alandaki kaynağın kendisi olan yapıt ise sanatçının nesnelliğin ötesinde duyarlık ve sezileriyle yaptığı özgün bir çalışmanın sonucunda ortaya çıkmıştır. Eleştirmenin ayrı ayrı sanatçı ve sanat yapıtını inceleyip onun özgünlüğünü tanımlayıp değerlendirmesi ve yorumlaması hem geniş bir bilgi birikimi hem de duyarlığı gerektirir. Ayrıca araştırma yapan bir kişi eleştiri yaparken birincil kaynakları kullandığında öze erişebilir. Bir başka zorluk, sanatta kaide ve kurallar olmadığından, her bir yeni yapıt eleştirmen için çözümlenmesi gereken bir tür bilmecedir. Müzecilik bağlamında araştırmada birincil dereceden kaynaklar sanat yapıtının kendisi ve sanatçıyla yapılan görüşmedir. Sanatçının ne yapmak istediği hakkındaki sözlü ya da yazılı ifadesinin sergilenen yapıta yansıyıp yansımadığı görmek, karşılaştırmak ve değerlendirmek eleştirmenin gücüdür. Ama bu gücün gerisindeki bilgi yeterli olmadığında, eleştirmen sanat yapıtının değerlendirmesindeki aşamaların bazılarını atlayabilmektedir. Eleştirmenlik kolay bir meslek değildir. Bazen bir öğretmen, bir yol gösterici olabilir, bazen de yazdıklarıyla herkesi ürküten bir çokbilmiş. Ama bir başka zorluk etik bir davranış gerektiren bir meslek olmasıdır. Ama sanatçının sağlıklı bir yolda ilerlemesi onu anlayan ve anladıklarını yazıya dönüştüren bir eleştirmenin desteği ile mümkün olabildiğinden, ona, o dönemin iyilerini, öncülerini seçen bir uzman olmasıyla ileriyi bile biçimleyen bir kahin de diyebiliriz. Sanat tarihimizde öznel yargı ve değerlendirme yapabilen eleştirmen çok fazla değil. Bunun başlıca nedeni eleştirmenliği seçen kişilerin sanat tarihi alanında çalışmalarını kitaplardan ve dialardan öğrenirken, sanatın temel bilgilerini atölye ortamında alamamış olmasıyla sinirli sanat birikimini kişisel yorumlarla kapatmalarıdır. Ama hepimizin anımsaması gereken eleştirmenin ciddi görevi onun sanatsal yazı yazmak değil, yapılmış sanatı değerlendirebilmesidir. Onun aracılığıyla toplum sanata daha duyarlı olacaktır. Türkiye’deki sanat ortamı yavaş gelişiyor, bunun bir nedeni toplum olarak her alanda olduğu gibi sanat alanında da doğruları söylerken yüze değil, arkadan eleştirmeyi bir yol, yöntem olarak kabul etmemizden mi kaynaklanıyor? Sorgulamak gerekir.

2- Ahu Antmen, düşündüğüm eleştirmen kavramına en yakın olan.



ALTAN ÇELEM (Sanatçı)

1- Memnun değilim, zaten bu alanda sayısal yeterlilik de yok; oldukça az eleştirmen var.
2- Ahu Antmen


NURAN TERZİOĞLU (Galerici)

1- Benim kişisel olarak memnun olup olmamamın ötesinde, sanat eleştirisinin basında yeteri kadar yer almaması önemli. Genç sanat eleştirmenlerin desteklenmesi ve bunların basında yer bulabilmesi gerekir.
2- Eleştirilerine, kendi yorumlarıyla birlikte bilgi ve donanımını da ekleyebildiği ve hakkında yazdığı konuya bilerek ya da bilmeyerek küçük katkılarda bulunduğu için Ahu Antmen


ÖZDEMİR ALTAN (Sanatçı)

1- Bütünüyle geri kalmış bir ülkenin sanatının da geri kalması doğaldır. Niye iyi müzeciler, galericiler, küratörler ve eleştirmenler olsun?!
2- Tabii ki ülkede o söylediğiniz sanat eleştirmeni yok.


ARZU BAŞARAN (Sanatçı)

1- Hayır, memnun olduğumu söyleyemem. Çoğunlukla her disipline ait duygusal bir bakış açısı ve kamplaşmış bir zemin olduğunu düşünüyorum. Yazılan eleştirilerin birçoğunun objektiflikten uzak ve derinlemesine bir analizden yoksun olduğu kanaatindeyim. Ancak bu yeni bir durum değil, eskiden beri sempati - antipati ilişkisi eleştirileri yönlendiren bir yaklaşım oldu.

2- Sanat yapıtına, hangi disiplinden olursa olsun yapılanı anlamak için belirli bir derinliğe ve çoğulculuğa daha yakın durdukları için Levent Çalıkoğlu ve Ahu Antmen diyebilirim.


BEDRİ BAYKAM (Sanatçı)

1- Memnun olabilmem için gazetelerin gerçek anlamda ve yeteri kadar buna yer ayırması, yetkin eleştirmenlerin olması ve aslında böyle bir ortamın oluşması gerekir. Sanat eleştirisine gazeteler yeteri kadar yer ayırmıyor, sanat dergileri ise gazeteler kadar güçlü olmadığı için eleştiri underground kalıyor.
2- Üç, dört tane beğendiğim sanat eleştirmeni var, ancak UPSD başkanı olarak tek bir isim vermem doğru olmaz.


ELİF URAS (Sanatçı)

1- Öncelikle sürekli olarak Türkiye’de bulunmadığımdan belki de mevcut her yayın organını takip edemediğimi belirtmek isterim. Türkiye’de sanat eleştirisi yok gibi. Nasıl memnun olabiliriz ki?Eleştiri derken işleri hem pozitif hem de negatif yönleriyle ortaya koymaktan bahsediyoruz ama sanırım böylesi bir dürüstlük sanki bizleri rahatsız ediyor, susturuyor. Radikal gazetesi dışında hiç bir gündelik yayın organının güncel sanatı takip edip eleştiri yapan bir yazarı var mı? Sanat yazıları gündelik basında haber olmaktan öteye gidemiyor.

2- Bir tek Ahu Antmen'i sanat eleştirmeni olarak biliyorum ve beğenerek, ilgiyle okuyorum.


EKREM KAHRAMAN (Sanatçı)

1- Değilim. Çünkü artık eleştiri de eleştirmen de küreselleşmeci güncel sanat sistemi tarafından sanat ortamından neredeyse dışlanmış görünüyor. En azından olabildiğince pasifize edilmiş durumda. Bunun bir nedeni planlı bir biçimde eski sanat anlayışı olarak görülen anlayışların dışlanması gerektiği yönündeki bir ideolojik tartışmanın ve planın gereğiyse diğer nedeni de, modernist sürece ait sanat yazarı ve eleştirmenin koltuğuna artık çok daha farklı niyetlere, olanaklara sahip, arkasındaki sanat dışı siyasi güç tarafından çok daha yetkilendirilmiş görünen yeni tip küreselleşmeci küratörün oturtulmuş olmasıdır.
Eğer eleştiriyi sanat yapıtının düşünsel olarak incelenmesi, kavranması, gerektiğinde sorgulanıp yargılanması ve yapılanın yeniden dönüştürülmesi olarak algılarsak kavramın bu noktada yeniden gözden geçirilmesi, hatta yeni bir içerikle anlamlandırılması gerektiği kanısındayım. Bunu da öncelikle bu işle ilgilenenlerin yapmaları gerektiğini düşünüyorum.
Bütün dünyada 1990’lı yıllardan itibaren birçok alanla birlikte sanatta da bir dizi kaymalar gerçekleşti. Bazı kavramlar kökten yer değiştirdi ya da gerek anlamsal gerekse işlevsel olarak yeni pozisyonlara taşındı. Örneğin yapıt ‘iş’e, sanat güncel sanat’a dönüştürülürken sanatçı da bir tür işçiye indirgendi. Yine geçmişte adı ‘eleştirmen’ olan bazı kimlikler -yer yer yazı yazmayı sürdürseler bile- pozisyonlarını ‘küratör’lük üzerinden yeniden konumlandırdılar. Bu kimlikler artık kendilerine ‘eleştirmen’lik yerine ‘küratör’lük tanımlanmasını daha uygun buluyorlar. Kendileri öyle bulmasalar bile kanımca bu kimliklerin artık eleştirmen olarak adlandırılması mümkün görünmemektedir. Çünkü artık bağımsızlığını ve özgürlüğünü kaybetmişlerdir. Eski eleştirmen yeni küratör artık kendisini daha baştan ‘angaje’ ederek bir dış siyasi/ideolojik güç adına -kendi adına bile değil- bir tür sanat ya da sergi yapımcılığına, tasarımcılığa soyunmuş; bu yönüyle de hem bir eleştirmende olması gereken bağımsız tutumu terk etmiş, hem de bunu kabul eden sanatçı kimliğinin belirleyici parçası haline gelerek o noktada kendisine daha farklı bir iktidar misyonu yüklemiştir. Yani bağımsız yaratıcı eleştirmen gitmiş, onun yerine sanat dışı bir üst ekonomik, ideolojik güce ‘angaje’ yapımcı küratör gelmiştir. Eleştirinin yerini ise bu angaje yapımcının referans olarak kullanmayı düşündüğü dekupe edilmiş sahte ‘metin’ ‘konsept’ almıştır. Özellikle güncel sanatta kavram ya da konsept olarak adlandırılan ön anlam ve sözüm ona sanatsal niyet artık tümüyle küratörün muhayyel varlığından çıkmaktadır ki bu esas olarak sanat adına da insanlık adına da trajik bir durumdur. Eleştirmen ise ne yazık ki henüz aslında neler oluyor olduğu üzerine yeterince düşünmemektedir bile. Olanların farkında mıdır emin değilim. Fakat işin ilginci aslında durum sadece bizde değil bütün dünyada da böyledir.
Kişisel olarak ben böyle bir durumda, zaten çok az sayıda kimliğin uğraştığı bir özel alan olan ‘eleştiri’den memnun olup olmamaktan daha çok sanatçının ve sanat ortamının entelektüel uyanıklığından ve birikiminden söz edilmesi yanlısıyım. Eğer illa da eleştiri diyorsak o zaman da artık bir yapımcıya dönüşen küratörü de eleştiriye tabi tutan yeni bir eleştiriden söz edilmelidir. Öyle ya sergiyi yapan, hatta sergideki ‘iş’i işçi (yeni sanatçı) çalıştırarak oluşturan küratörse eleştirmenin de doğrudan işçiyi değil belirleyici patron olan küratörü irdelemesi gerekmiyor mu? Dünyayı bilemem ama Türkiye’de öyle bir eleştirmen var mı yok mu; kanımca kritik nokta burası… Kaldı ki sanat ortamında kaç eleştirmenimiz ya da sanat yazarımız var ki? Sanırım bir elin parmak sayısını ya geçer ya geçmez. Sürekli bu işi yapanlardan isim isim söz edelim: Kaya Özsezgin, Mehmet Ergüven, Ahu Antmen, Abdulkadir Günyaz, Levent Çalıkoğlu, Ali Akay, Ümit Gezgin, Beral Madra. Buradan Levent Çalıkoğlu, Ali Akay ve Beral Madra’yı artık küratörlüğü tercih ettikleri ve bağımsızlıklarını gönüllü olarak bıraktıkları için listeden çıkaralım. Geriye kalanlar arasından illa da ‘en iyisi’ni seçmek bir şey ifade eder mi etmez mi doğrusu ya anlamıyorum ve doğru da bulmuyorum. Eğer sanat alanıyla ilgili magazinsel, sansasyonel bir niyet taşıyor olsaydık cevap vermek kolay ve eğlenceli olabilirdi ama entelektüel ve düşünsel olarak bunun böyle ele alınmasını, illa da bir tercih yapılmasını faydalı da, haklı da bulmuyorum açıkçası. Birçok sanatçının bir diğeri için “o da sanatçı mı canım?” deyip konuyu dedikodu ve kıskançlık düzeyinde tutup karşılıklı düşünsel alışverişi daha baştan yok ettiği bir yerde “hadi canım Türkiye’de eleştirmen mi var sanki?” de denilebilir ama doğru da olmaz, gerçekçi de. Yukarıdaki isimlerden birisi de çıkıp aynı dar inkarcı kolaycılıkla “ hadi canım Türkiye’de sanatçı mı var?” dese neyi, neresinden tutmuş olabiliriz ki?

2- ….


KEMAL İSKENDER (Sanatçı, Akademisyen)

1- Değilim. Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol, diye bir söz var yani sanat eleştirmenleri de ya düşündükleri gibi olsunlar ya da oldukları gibi düşünsünler. Clement Greenberg, Edward Lucie Smith gibi sanat eleştirmenleri yazdıklarıyla akımlar yaratmıştır ancak Türkiye’de böyle bir şey yok. Yazdığı şeylerin arkasında durabilecek, korkmayacak, sürü kültürünün dışına çıkabilecek, birey olan sanat eleştirmenleri gerekir.
2- Mehmet Ergüven


GENCO GÜLAN (Sanatçı)

1- Büyük harflerle; HAYIR. Türkiye'de sanat eleştirisi yok diyerek kesip atmıyorum ama faaliyetin çoğunlukla bir PR kampanyası olarak icra ediliyor olduğunu en başta yazmak gerekli. Yazarların büyük bir kısmı artık sergi yapımcısı ya da danışman payesiyle dolaşıyorlar. Gerçek anlamda özerklikleri yok. Maaş aldıkları kurum ya da kurum sanatçıları hakkında methiye dışında bir şey yazmaları mümkün değil. Gerçek bir eleştiri kültürü olmayan yerde doğal olarak da tartışma ortamı yok. Bu çok ciddi bir problem. Diğer bir yandan bağımsız sayılabilecek sanat yazarları da yazdıklarını yayınlayacak yayın bulamamaktan şikayetçiler. Yazarlar zaten yayınlanan yazıdan ya para alamıyorlar ya da çok düşük telif ücreti ile çalışıyorlar. Dolayısı ile bulundukları konumu tehlike altına sokacak her hangi bir yerleşik kurumu, kişiyi eleştirme gibi bir lüksleri kesinlikle yok. Medya kartellerinin, akrabalık ilişkileriyle sıklaşan safları, aslında içindekileri hapsediyor. Yine benim de sık, sık karşılaştığım sansür, sektördeki geri kalmışlığın en önemli nedeni. Evet, sektörde iki elin parmakları kadar iyi niyetli yazarlar bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Fakat üretimleri gazete ve dergileri aşıp derin tartışmalara ya da referans kitaplara dönüşmüyor. Koleksiyonerler, hayatta olmayan ressamların tartışmalı tablolarını -güya- aklamak için yayın yapıyorlar. Kalın sergi katalogları birer spekülasyon şaheseri. Sonuçta şahsen öğrencilerime ya da yurt dışından soranlara önerecek doğru dürüst sanat kitabı bulamıyorum. Bu gün hala sıkça danıştığım, çalıştığım, beğendiğim sanat yazarları var. İsimlerini de burada saymam gerekli; Marcus Graf, Zeynep Yasa Yaman, Ayşegül Sönmez, Evrim Altuğ, Göknur Gürcan Arat ve Barış Acar. Sanatçılarda artık sanat konusunda ilginç ve önemli şeyler yazıyorlar, örneğin; Nancy Atakan, Ferhat Özgür, Burhan Kum, Gülsen Bal. AICA Türkiye sanatçı yazarları da bünyesine dahil etmeli. Bunları yazarken fark ediyorum ki sanatın değişmesi gibi sanat eleştirmenliği kurumu da değişmiş. Her ne forma dönüşürse dönüşsün eleştiri devam etmeli ve tartışma mutlaka sürmeli.

2- Rahmetli Nilgün Özayten tanıdığım en iyi sanat eleştirmeniydi.


YAVUZ TANYELİ (Sanatçı)

1- Değilim çünkü yapıtlar üzerine eleştiri yapılmaktansa serginin tamamı ele alınıyor. Sanatçının hayatı, dünya görüşü vb. konular eleştiri yazılarında ağır basıyor ama yapıtlar ayrıntılarıyla analiz edilemiyor. Ele alınan sergileri toplu eleştirme sitilinde bir sorun görüyorum.
2- Levent Çalıkoğlu


DENİZ AYGÜN (Sanatçı)

1-Hayır, sanat eleştirisi çok az. Var bile sayılamaz.
2- Beral Madra


ERTUĞRUL ATEŞ (Sanatçı)

1- Memnun değilim çünkü hem kurumsallaşmış bir yapı yok hem de onlar samimi olsalar da inandırıcılığı tartışılacak bir sonuç var ortada.
2- Hasan Bülent Kahraman


MUSTAFA ATA (Sanatçı)

1- Eleştirinin kurumsallaşması gerekiyor ama çok zor. Eleştiri yaparak yaşayan insanlar yok maalesef. İnsanlar bunu ya gerçekten sevdikleri için ya da hobi olarak yapıyorlar ama onların yaşamlarını sürdürmeleri de gerekiyor. Eleştiri yaparak ülkemizde yaşamak çok güç bu nedenle eleştirinin bizim istediğimiz düzeyde gelişmesi de mümkün olmuyor.
2- Canan Beykal


NEŞE ERDOK (Sanatçı)

1, 2 – Bu tarz sorulara yanıt vermiyorum.


İSMET DOĞAN (Sanatçı)

1- Ciddi anlamda sanat eleştirmeni yok. Postmodern düşünceden hareket ederek eleştirinin öldüğü fikrine yaslanan insanlar sanat eleştirisinin oluşmasına engel oluyor. Guardian’ın ya da Le Monde’un sanat sayfasına baktığımda en az yarım sayfa açık ve akademik olmayan ama entelektüel ve ironik olan bir eleştiri yazısı ile karşılaşıyorum ve bu bir gelenek olarak yıllardır böyle süregeliyor. Örneğin Damien Hirst’i 10 yıldır tartışıyorlar.
2- Modern anlamda Ahu Antmen


ÖZGÜR KORKMAZGİL (Sanatçı)

1- Bu konuda hiçbir sanatçının memnunluk duyduğunu düşünmüyorum.
2- Levent Çalıkoğlu


YAHŞİ BARAZ (Galerici)

1- 1850’lerden beri resim yapılıyor ama sanat eleştirisi 1933’de D Grubu ile başlıyor. Bu süreç 70’lere kadar çok zayıf ilerliyor ancak bu dönemle birlikte Sezer Tansuğ bir dönüm noktası olarak öne çıkıyor. Kendisi sergiler hakkında yazı yazdığı zaman büyük bir gerilim yaratırdı, o sergilerin gündeme taşınmasını sağlardı. Yazılarını beğenenler ve beğenmeyenler ikiye ayrılmıştı. Türkiye’de sanat eleştirisinin en büyük eksikliği bu alanda entelektüel ve kuramsal boşluğun olmasıdır. Sanat yazarlarının en önemli özelliği sanatçı tanıtmaktır. Biz sadece galericiler olarak sanatçıları öne çıkarttık ama güven veren bir konumda değildik ve dahası galericiler sanatçıları yorumlayacak bir altyapıya sahip değildi ancak sanat yazarları bunları belirginleştirebilirdi. Biz galericiler olarak sanat yazarlarına çok şey öğrettik ama onlardan henüz bir şey öğrenemedik. Açıkçası bu bir süreç. 21. yüzyılda iyi sanat yazarları çıkacak diye düşünüyorum. Sanat yazarlarından galerici ve sanatçılar korkmalı ama günümüzde böyle birisi yok. Düşünün 70 milyonluk bir toplumda 10 / 15 sanat yazarı var.

2- Levent Çalıkoğlu


ASLIMAY ALTAY (Sanatçı)

1- Sanat eleştirisi tabii ki çok ve çesitli dallarda yapılıyor heryerde olduğu gibi Türkiye`de de.. Plastik sanatlara bakınca, kitap gibi daha popüler alanların eleştiri çeşitliliğini ve kalitesini maalesef bu alanda gördüğümü söyleyemeyeceğim.. Gerçekleştirilen çok sayıda sanat olayının başında yer alan eleştirilerin maalesef bizzat gerçekleştiricilerinin içinden birileri veya o cenaha yakın duranlar tarafından yapıldığını, bunun doğal sonucu olarak da eleştirinin genellikle övgü havasında olduğunu görüyorum.. Herhangi bir sanat etkinliği veya bir sergi üzerine sahiden bağımsız bir gözle ve gerçekten gezildikten sonra samimiyetle yazılmış eleştiriler maalesef azınlıkta.. Eleştirmenlerin gerçekleştirilen şeylerin aslını ne kadar yakından izlediklerini merak ediyorum, çünkü çok azının sergi gezdiğine şahit oldum.. Galiba en çok ilgilenilen nokta ne yapıldığı değil; ne adına yapıldığı..

2- Eleştiri alanında yaptığım tüm bu küçük eleştirinin ardından sergi gezdiğine şahit olduğum, yazdıklarını okuduğumda doğru bir imbikten geçirilmiş olduğunu düşündüğüm ve objektif bulduğum isim Ahu Antmen olacak.


HALDUN DOSTOĞLU (Galerici)

1- Türkiye’de genel olarak sanat eleştirisi dili ne yazık ki çok yetkinleşememiştir. Edebiyat, tiyatro, müzik, opera, plastik sanatlar vs aklınıza gelen tüm alanlarda eleştiri dili derinleşememiş, zenginleşememiştir. Belki de Türkçenin eleştiriye, felsefeye yatkın bir dil olmaması da bunda rol almış olabilir. Tüm bu alanlarda eleştiri kendi terminolojisini Batı’dan ithal ederek geliştirmeye çalışmaktadır.

2- Her dönemin öne çıkan eleştirmenleri, sanat tarihçileri olmuştur. Ama galiba Mazhar İpşiroğlu’nun en öne çıkan isim olduğu konusunda herkes hemfikirdir.


YUSUF TAKTAK (Sanatçı)

1- Türkiye’de sanat eleştirisinin olup olmadığı sorunu neredeyse başlangıcından bu yana gündemde olmuştur. Sanatın “Batı sanatı”nda olduğu gibi yapılanması sanatçıların isteğiydi; sanatçı-eleştirmen-müze-galeri-koleksiyoncu... Türk sanatçısı kendi varlığı dışındakileri hep yetersiz gördü. Kimi zaman eleştirmenliğe soyundu, müze müdürlüğü yaptı hatta galeri sahibi bile oldular. Konu eleştirmenlik ise, bu konuda kestirmeden kısaca belirtmek zor. Örneğin, Akademi öğrenciliğim sırasında ressamlar birbirlerine dönüşümlü olarak eleştiri yazısı (-övgü- demek daha doğru) yazarlardı. Mezuniyet sonrası çevrede bir Sezer Tansuğ rüzgarı esiyordu. Sağlığında kendisiyle yaptığım görüşmede belirttiği bir şey vardı: “Eleştirmen, ancak birbiriyle uyumlu sanatçıların birlikte ortaya çıkardıkları kişi olmalıdır.” Bir eleştirmenin önüne gelen sergiyle ya da sanatçıyla ilgili yazmasının doğru olmadığını belirtmişti. Nitekim, çevresindeki bir sanatçı grubunu ön plana çıkardı ve sadece onların işlerini ısrarlı biçimde övdü. Doğal olarak beğenisi dışındakileri kötüledi. Sanat Tarihi yazmaya kalkışınca da nesnel olamadığı ortaya çıktı.

2- Eleştirmenlikle ilgili, Türkiye’deki en iyi eleştirmenin kim olduğuyla ilgili, tüm yaşadıklarımı düşündüğümde, bir yanıt veremiyorum. Çünkü, karşımda küratörlük, sanat yazarlığı, sanat tarihçiliği, galericilik, müzecilik, ... gibi kavramlar duruyor, tümü de birbirine karışmış durumda. Sorularınız karşısında kaotik bir ortam sergilediğim ve kötümserliğim için bağışlayın, az önce İstanbul Çağdaş Sanat Fuarı’ndan geldim!...


ŞAHİN PAKSOY (Sanatçı)

1- Bu, yıllardır sancısını duyduğum bir konu, çünkü resmi ne galerici, ne alıcı, ne de yazar biliyor. Sanat, bir başka kültürün uzantısında üretilmek zorunda değil ama bu konuda yaygın bir dayatma var. Eleştirmenlerse yazdıkları yazılarla bu sistemi sürekli yeniden üretiyorlar. Bazı eleştirmenlerin yazdıklarını okumak için tercüman gerekiyor. Toplumun bu yazıları anlaması gerekiyor ama onlar gerekmediğini düşünüyorsa toplumun sanata ilgi duyması için 300 yıl daha beklemek gerekecek. Eleştiri alanında büyük bir boşluk var, eleştiriden ziyade yazılarda edebiyat yapılıyor.

2- Ahu Antmen


BURHAN KUM (Sanatçı)

1- Türkiye'de basının bağımsız olmadığı, -zaten iki, üç orta tirajlı dışında yüksek tirajlı gazetelerin sanat sayfası bile yok!- medya ve finans gruplarına ait olmayan sanat dergilerinin de galericiler tarafından finanse edildiği göz önüne alındığında, sağlıklı bir sanat eleştirisi beklemek hayalcilik olur. Eleştiri, bir yapıtın ya da sanatçının, karşılaştırmalı bir biçimde, tarihsel ve mekansal olarak artı-eksileriyle ve kuramsal bağlamda çözümlenip tartışılmasıdır (Bunu yapabilen bir kişi olarak Avusturalyalı Robert Hughes'i örnek verebilirim). Ne zaman ki bir yayın organı sayfalarını, kendi desteklediği bir sanatçının tanıtılmasına değil de tartışılmasına açarsa o zaman bu alanda olumlu bir adım atılmış olacaktır.
2- Ali Şimşek


ÖVGÜ ARDA (Galerici)

1- Memnun değilim, hatta sanatçılardan daha iyi eleştirmenler çıktığını düşünüyorum.
2- Levent Çalıkoğlu


ADNAN YILDIZ (Küratör)

1- Türkiye'de sanat pratiği çerçevesinde kurumsal ya da analitik düzeyde eleştiri üretilemiyor, bunun başlıca nedeni küçük sanat toplumunun kendi varlığını tekrar tekrar üretmek için hazırladığı basın bültenlerini sınırlı medyanın dar yüzölçümlerinde tekrar tekrar çoğaltması. Kamusal bir tartışmanın çalışması için kişiselleşen noktaların nötr zeminlerde buluşması gerekir, ki bu şu anda zor gözüküyor. Mevcut durumda sanat pratiği feodal kültürün getirdiği "abici-ablacı" ilişkilerle küçük-burjuvalaşma amacı güden "etkinlik" modeline sıkışmış durumda.
2- Perihan Mağden yazmaya başlasa, onun direk ve kişisel dili herkese iyi gelirdi.


ERGİN İNAN (Sanatçı)

1- Türkiye’de sanat eleştirisinin son zamanlarda hareketlendiği ve çoğaldığı bir gerçek. Birçok eleştirmen ortaya çıkmaya başladı, özellikle gençlerde umut görüyorum.
2- Ferit Edgü


ŞENOL YOROZLU ( Sanatçı)

1- Memnun değilim çünkü bu alanda futbol takımlarını tutmakla aynı mantık yani bir “takım muhabbeti” var. Sürekli bir takım sanat kitapları hazırlanıyor ama görülmeyen, atlanan şeyler var. Hayatımız hep yanlış düzeltmekle geçiyor, bunların yanlışlarını da düzelteceğiz. İstanbul’da yeni kazıların yapılması ve orada çıkan sonuçlarla nasıl İstanbul’un tarihi yeniden yazılması gerekiyorsa Türkiye’de sanat tarihinin de tarihi yeniden yazılmalı.
2- Ölmüşlerden Sezer Tansuğ idi, yaşayanlardan Ayşegül Sönmez


CEM ALTINEL (Koleksiyoner)

1- Memnun değilim. Sezer Tansuğ’un yerini dolduracak bir sanat eleştirmeni henüz çıkmadı. Sanat eleştirmeni, sanat tarihçisi, küratör gibi tüm uzmanlıkların birbirinin içine girdiği piyasada her şey olumlanıyor. Ben buna “bön pozitivizmi” diyorum yani her şeyin iyi olduğunu düşünme mantığı; eleştirinin yokluğu.
2- Ahmet Oktay


ONAY AKBAŞ (Sanatçı)

1- Türkiye’de çağdaş sanatın dinamizmi ve derinliği ne kadarsa eleştirisi de o kadar olduğunu düşünüyorum. Sanatçı çıkarları ile kurumların çıkarları çok fazla içiçe girdiği için bir “kirlilik” olduğu kesin. Sanat tarihçisi ile sanat eleştirmeni, küratör ile sanat eleştirmeni kimlikleri birbirine karışmış durumda. Bunun doğru bir şey olduğu konusunda şüphelerim var. Pierre Restany, çağdaş sanat eleştiresi ve sanat kuramları konusunda çok yetkin biriydi, kendisi benim tanıdığım en iyi eleştirmenlerin son temsilcilerindendi. Bu boyutta bir sanat eleştirisinin Türkiye’de olup olmadığı konusunda emin değilim.

2- Yurtdışında yaşayan bir sanatçı olarak sanat eleştirisini ancak internet üzerinden ve gazetelerde görünürlüğü olanları takip ederek yapabiliyorum. Bu açıdan vereceğim cevap hiçbir zaman “gerçek bir en iyi”yi göstermeyecek ve genç eleştirmen arkadaşlara da haksızlık olacak ama illa bir isim vermek gerekirse sanatta demokrasi olmadığının bilincinde biri olarak diğerlerinin yanında Ayşegül Sönmez ile Ahu Antmen’i beğenerek okuyorum.


LEBRİZ RONA (Sanatçı)

1- Hayır..
2- Bilmiyorum..


YUNUS TONKUŞ ( Sanatçı)

1- Türkiye’de sanat eleştirilmiyor ki! Eleştirmen sanatçıyla birlikte yol katetemeli ve herşeyden önce onun bir tavrı olmalı.
2- Ahu Antmen


ÇELENK BAFRA (Küratör)

1- Memnun olmanın mümkün olduğunu sanmıyorum. Öncelikle nicelik açısından,sanat eleştirmeni sayısı ve sanat eleştirisine yer veren yayınlarınçeşitliliği oldukça sınırlı ve kısır bir duruma işaret ediyor. Eleştirilerinniteliğine gelince maalesef oldukça çalakalem, ödevini yapmamış eleştirilerokumak durumunda kalıyoruz. Özellikle güncel sanat söz konusuysa nitelik venicelik daha da sınırlı kalıyor. Ayrıca güncel sanat ortamında eleştirilerinağırlıklı olarak içerik değil kişiler üzerinden yapıldığını da üzülerekgörüyorum. İlişkiler ağı, güç dengeleri ve gruplaşmalar eleştirmenleri deetkiliyor ve çoğu zaman eleştiri sanat eleştirisi değil de kişi veya kurumunkimliği üzerinden yapılıyor. Yine de umutsuz hiç değilim, çünkü özellikleyeni eleştirmenler ve yayınlar bu konuda umudumu haklı çıkarıyor. Son onyılda sanat profesyonelleri, sanatsal üretim, pazar ve kurumlarda büyükgelişme yaşıyoruz, buna paralel olarak sanat eleştirisinin geç de olsaonlarla aynı seviyeye geleceğine inanıyorum.
2- Ben özellikle Evrim Altuğ'u takip etmeye çalışıyorum, eleştirilerindediplomatik olmaya çalışmadığı ve adeta takıntılı bir şekilde (bu sıfatıolumlu anlamda kullanıyorum) ve disiplin ile, yapacağı eleştiri veya röportajkonusuyla ilgili önceden araştırma yaptığı için. Bunun dışında proje ve konuları cesur, sıradışı ve siyasal bir bakış açısıyla değerlendirebildiği için Erden Kosova'yı da iyi buluyorum.


DOĞAN PAKSOY (Sanatçı, Galerici, Gençsanat Dergisi Genel Yayın Yönetmeni)

1- Ülkemizde sanat eleştirmenlerine yeteri kadar değer verilmediğini düşünüyorum. Herkes Türkiye'de sanat eleştirmeni olmadığını söylüyor. Oysa onlara gereken değeri verip kendilerini var etmelerine özen göstermeliyiz. “Türkiye'de sanat eleştirmeni yetişmiyor” eleştirisine ben hiç inanmıyorum. Gerekli destek verildikten sonra nitelikli eleştirinin doğallığından ortaya çıkacağını düşünüyorum.

2- Konumum itibarıyla aralarında bir ayrım yapmam doğru olmaz. Sayıları o kadar çok ki bir daha düşünseniz hepsini göreceksiniz.


BURCU PERÇİN (Sanatçı)

1- Türkiye’de dünya ve çağdaşlık bağlamında yeterince ve etkili sanat tarihçileri, sanat felsefecileri, sanat sosyologları ve estetikçiler yetişmiyor. Eleştirmenlerin ve eleştiri mekanizmalarının çok az oluşu ve bu mekanizmaların bazı güç odaklarının etkisinde kalması Türk sanatının gelişmesini engelleyen etkenlerden biri. Basın yayın dünyasında, plastik sanatlar dalında uzman kimselerin az ve yetersiz olduğunu düşünüyorum.

2- Ahmet Soysal


HANDAN BÖRÜTEÇENE (Sanatçı)

1- Bir "şey"den memnun olup olmamak için ilk önce o "şey"in gerçekten sürekli var olması gerekir. O nedenle ne memnunum ne de memnun değilim. Eleştiri başlı başına "faydalı bir eser"dir ama bizde yok denecek kadar azdır. Çoğunlukla basılı ve görsel medyada eleştiri yazıları yerine sergi tanıtım yazıları okuruz ve izleriz. Bunlarsa ya övgü ya da yergi yazılarıdır; eleştiri yazıları değillerdir. Çok nadir olarak gerçek eleştiri yazıları yazılıyor.
Sahici bir eleştirmen olmak, yapıtı / yapıtlar bütününü ve sanatçıyı inceden inceye okuyabilmekten geçiyor. Eleştirmenin bu okumayı yapabilmesi için de aklını, algısını, bilgisini ve sezgisini "hız"ın çarkında ezilmesine fırsat vermeden yapması gerekiyor...
Hatta bırakın gerçek eleştiri yazılarını, sergi tanıtım yazılarında bile olaylar şöyle gelişiyor, örneğin; gazete ya da dergilerin yayına çıkacakları saat, gün hep belli olduğundan o son saniyeye kadar hep bir acele/hız gerekir(!) ve illaki o ayın sergileri üzerine "bir şeyler" yazılmalıdır… her şey acele ile olur! ama acele / hız ile yazılmış o yazılar ya hatalıdır, eksiktir, muhakkak bazı "sorunları" vardır... yazar ise kendini şöyle savunur: "o kadar sıkışıktık ki..." !!! Oysa zaman hiç affedici değildir! o yazının üzerinden on yıl geçer, bir gün bir bakmışsınız ki birileri bir araştırma yapmaya başlamış ve arşivlerden o yalan yanlış, eksik töksük yazıları "gerçek" belgeler olarak bulmuş ve kullanmış ... üstelik sözler gibi sergiler de uçmuş yalnızca yazılar kalmıştır... neyi nasıl düzelteceksiniz o dakikadan sonra!? Bunun nasıl bir facia olduğunu yalnızca başına gelenler bilir. Eleştiri alanında gözlemlediğim İlginç (!) bir eksikliliği de gündeme getirmek isterim; herhangi bir sanatçı için o sırada sergisi yoksa, o sanatçı ve yapıtları üzerine hangimiz kaç kere gerçek bir eleştiri metni yazılmıştır ki okumuş olalım bu ülkede? Ya da bu ülkede yapılmış önemli sergiler, hareketler ve kurumlar üzerine ? Hep şu anla ilgiliyiz, sergiler, hareketler bitince hooooop unutulmuşlar kutusuna gönderiyoruz her şeyi ... Oysa bu tavır "değer" oluşturmada eksik alan yaratmaktan başka hiç bir işe yaramıyor. Kendi kendimizi eksiltiyoruz hem de eksik değilken. Bütün bunlarla birlikte belki de Batı ülkelerinde olduğu gibi "kemikleşmiş" bir eleştiri kurumunun olmaması sanatçıları ve kurumları sonsuz özgür(! ) kılmıştır... neden olmasın ?

2- …


BURAK DELİER (Sanatçı)

1- Sanat alanında eleştiri diye bir şeyden bahsetmek mümkün değil. Hangi dergide ya da gazetede derinlikli 4000-5000 kelimeyi geçen kuramsal, sosyal, siyasi, tarihsel bağlamları ortaya koyarak yapıtı anlamaya çalışan bir yazı okudunuz? Ben rastlamadım. Dolayısıyla üzerinde konuşmaya değer de değil. Bizde genelde eleştiri anlamaya çalışmadan, hiçbir argümantasyon yapmadan sadece yargılamak için yazılıyor. Bunun da hiçbir değeri yok. Herkes tarafını seçmiş, siperlerin ardından kör, sağır, topal ateş ediyor. Yazmaya, meseleyi ortaya koymaya çalışan birkaç kişi de bu arada duyulmuyor elbette. Geçen sene 10. Bienal'in başına gelenleri düşünün, bunun üzerine konuşmaya, anmaya bile değmez...
2- En iyisi, -eğer yazsaydı- Nobel ödülü de olduğu için herhalde Orhan Pamuk olurdu. Bilindiği üzere o da bizim alanı erken yaşta terk etmiş, sanatçı içgüdüsü!


İRFAN OKAN (Sanatçı)

1- Türkiye'de sanat eleştirisi yok ki..
2- Rahmetli Sezer Tansuğ idi. Şu anda sanat eleştirisinin olmadığını düşündüğüm için kimseyi iyi bulmuyorum.



SONUÇLAR:
1-Ahu Antmen 11
2-Levent Çalıkoğlu 5
3-Ayşegül Sönmez 3
4-Beral Madra, Ahmet Soysal, Mehmet Ergüven, Hasan Bülent Kahraman, Erden Kosova, Canan Beykal, Ali Şimşek, Ferit Edgü, Ahmet Oktay, Evrim Altuğ, (Nilgün Özayten, Sezer Tansuğ, Mazhar İpşiroğlu) 1

*Bu araştırma Kasım 2008 Gençsanat Dergisi'nde yayınlanmıştır.

Monday 3 November 2008

Her Şey Bir Önyargıdan İbaret

Sanat eleştirisi nasıl yapılıyor Türkiye'de? Bunu için arşiv taraması yaparken Ahu Antmen'nin bu "serzeniş"i bana çok anlamlı göründü. Radikal: 31.10.2007


"Santralistanbul'da gerçekleştirilen 'Modern ve Ötesi' sergisiyle ilgili 'Özel kabukta devlet koleksiyonu' başlıklı yazımın gerçeğe tekabül eden bir saptama değil, bir önyargı olduğunu belirten Fulya Erdemci'nin açıklamaları (Radikal, 26.10.2007), Türkiye'de eleştirinin algılanışına ilişkin birkaç söz söylememe vesile olacak! Erdemci'nin önyargılı olduğumu söyleyerek, kamusal alanı (yani bu gazete sayfasını) adil olmayan bir şekilde kullandığımı ima etmesini, bağımsız eleştirmen kimliğime yönelik bir saldırı olarak algılıyorum. Sergilere salt reklam katkısı yapan basın bülteninden hallice bir yaklaşımın ötesine geçmek arzumu, ayrıca öznel görüşlerimi nesnel verilere dayandırmak çabamı ise, okurların takdirine bırakıyorum. Yazı yazarken insana bıkkınlık getiren bir durum var ülkemizde: Bir sergiyi olumlu yazarsanız sizden iyisi yoktur;

olumsuz yazarsanız 'mutlaka başka, kişisel bir nedeni vardır."