Tuesday 23 December 2008

2008’de plastik sanatlar

Evrensel Kültür dergisi için hazırladığım 2008 yılının plastik sanatlar bakımından değerlendirmesini paylaşmak istiyorum arkadaşlar..
***

2008 yılında yapılan sergiler, gerçekleşen etkinlikler, yeni açılan sanat mekânları ya da düzenlenen sempozyumları arka arkaya sıralamanın bir faydası olmayacağı ve yapılacak her türlü sıralamanın bir seçki olacağı, bu durumda da seçilenlerin her halükarda göz önünde olanların listesinden ibaret kalacağı durumunu saptayalım öncelikle. Buradan hareket ederek, nesnel olmak iddiası hiç mi hiç bulunmayan, plastik sanatlar açısından bir 2008 değerlendirmesine girişelim.

2007’de bir hayli gündem işgal eden güncel sanat mı çağdaş sanat mı tartışması rafa kalkarken, 2008 itibarıyla “güncel” tartışmadan galip çıkmış gibi görünüyordu. Hâkim tabiriyle “güncel” sanatta, aykırı olma, şaşırtma hatta şoke etme esasıyla hareket edenler, avangard kırıntıları bünyesinde taşımaya çalışanlar politik olanla iyice yoğrulmuş sergiler yaptı, sergiler “party”lerle açıldı. Politik olan ayağa düştü, sıradanlaştı, kimse bir şey anlamaz, anlasa da umursamaz oldu! (Değinmeden geçmeyelim; 2009’da yapılacak İstanbul Bienali’nin basın toplantısı bayağı şenlikliydi. Darısı bienalin kendisine!)

Resim öldü mü kaldı mı, yaşıyor mu zombi mi tartışması gündemden iyice düştü. Velâkin, resim yapmakta ısrarcı, yaptıkları görmezden gelinen sanatçılar ile her daim en önde olmak isteyen sân’atçıların çabaları birbirine karıştırıldı. PR’ı güçlü olan pastadan en büyük payı aldı.

Yeni tekniklerle, yöntemlerle, gayretlerle sanatın tanımını değiştirmeye çalışanlar bağımsız gruplar oluşturmaya, kendilerini ifade edebilecekleri platformlar yaratmaya devam etti. Uygulayanı-alımlayanı belli bu girişimler seçkin bir azınlık tarafından tüketildi.

Merkez-periferi meselesi 90’lardan 2008’e yükselen “konsept”lerden olmayı sürdürdü! İstanbul merkezli sanat ortamında İstanbul’un da merkezi bazı odak noktaları yine “trend”di. Herkes oralara gitti, oralar konuşuldu, oralar yazıldı. Meseleden rahatsızlık duyanlar merkezin iktidarını bozmaya, sınırları kırmaya, sanatı merkez dışına taşımaya çalıştı. Ama coğrafyanın da üstündeki “merkez tanımı” tarzı, üslubu, tavrı belirleyen oldu yine de. Bu arada merkez dışından gelenler merkezin ta kendisine eklemlenmeye, oranın tanımını değiştireceğine oraya benzemeye devam etti.

Kurumlar Batı sanatının büyük isimlerini getirmeye, prestijlerini pekiştirmeye devam etti. Müzeler doldu, taştı. Avrupa 2010 Kültür Başkenti hareketliliği hız kazandı. Birbirinin peşi sıra açılan özel üniversitelerin çoğu güzel sanatlar fakülteleriyle birlikte açıldı. Sansür yine uygulandı, yine tartışıldı. Bağımsız sesler gazete ya da dergilerde daha çok görünürken, kuramsal sanat yayınları çeşitlendi. Sanat eleştirisi, senelerdir süren pesimist tavra inat kurumsallaşmaya başlar gibi oldu!

“Eski yağlıboya tablolar” (bir müzayede şirketinin müzayede afişindeki ibare bu) müzayedelerde itinayla alınıp satılmaya devam ederken çağdaş (ki kasıt yaşayan oluyor) sanatçıların çalışmaları da müzayedelere girdi. Bazıları uluslararası müzayedelerde de satıldı. Yine bir Osman Hamdi tablosu, Sotheby’s tarafından düzenlenen müzayedede fahiş fiyata alıcı buldu. Rivayet odur ki, alıcı, adına yeni bir müze açmak isteyen, ülkemizin önemli soyadlılarından biriydi.

Müzayedeler kâr üstüne kâr yaparken, Sotheby’s Müzayede Evi’nin Türkiye’de şube açacak olması korku ve heyecanla beklenir oldu. (Batı’nın bu coğrafyayla dirsek temasına girmesi kimilerince umulan, kimilerince çoktandır beklenen ve artarak sürecek bir durumdu) Bu arada galeriler, sanat ortamındaki mali sıkıntıdan yakınıp durdu. Kriz, mevcut duruma tuz biber ekti. Sanat pazarı tablosunun birey bazında pek de iç açıcı olmadığına ikna olsak da unutulan bir şey vardı: “Bankalar tepetaklak olur ama galibiyet sanatın olur.” (Sir Norman Rosental, Royal Academy sergileri eski yöneticisi. Damien Hirst'ün iki günlük güncel sanat müzayedesi rekoru ve dünyada yaşanan ekonomik kriz üzerine...)

Monday 15 December 2008

Resimli Hayat: Figüratif Türk Resmine Bakmak

18 Aralık 2008 İstanbul Teknik Üniversitesi, Taşkışla Kampüsü
Konuşmacı: Seda YÖRÜKER
"Resimli Hayat: Figüratif Türk Resmine Bakmak"
Sanat tarihçisi Seda YÖRÜKER' in, Osmanlı 'dan D grubuna Türk resim sanatındaki figüratif dönemi inceleyeceği konuşması perşembe günü saat 18:00 de, 127 numaralı konferans salonunda gerçekleşecektir. Etkinliğe katılım ücretsizdir.

İTÜ Güzel Sanatlar Kulübü

Sunday 7 December 2008

Bir Sanat Yazısının Eleştirisi-dir

Bir sanatçının sergisi hakkında çalakalem yazılmış yazılar çok sıkıcı, ancak daha da sıkıcı olan sanat eleştirisine soyunan kişinin, bir sanatçının sergisini araçsallaştırıp bu sergiyi kendi siyasi ve sosyal fikirlerini yığabileceği, deyim yerinde ise kusabileceği bir alan olarak görmesi. Bu tarz yazılarda sanatçının yaptıkları değil, sanat eleştirmeni sıfatı altında yazan kişinin çarpıtılmış yorumları ve kendi gerçekliği ağır basar. Bu gerçeklik keşke aşırı yorum olabilse! Ancak sadece manipülasyon olarak orada bir yerde durmakta ve meşrulaşmaktadır.
Galeri Apel'deki 3. kişisel sergisini açan Aslımay Altay'ın "Tabankeş" adlı bu sergisini ele alan Birgün Gazetesi yazarı Erkan Doğanay adlı kişi -ki burada sanat eleştirmeni ya da yazarı olarak konuşmakta (yazmakta) dır- 2 Aralık tarihli yazısında şaşırtıcı biçimde sanatçının ve onun kavramsal çerçevesinin tamamen uzağında bir dünyanın tasvirini yapmaktadır. Öteden beri işlerinde seyahat olgusu üzerinde duran Altay bu kez sözkonusu sergisinde Abidin Dino'nun "Sinan" adlı kitabından yola çıkarak Anadolu'dan İstanbul'a "yürüyerek" gelen devşirmelerin hikayesine odaklanmıştır. Bu referans noktası, yine öteden beri seyahat olgusunu kendi kişisel seyahat deneyimlerinden ya da tarihsel ve kültürel anlatılardan yola çıkarak sorunsallaştıran sanatçı için ayırtedici bir öneme sahiptir. Ancak yazısında sözkonusu serginin çıkış noktasını yok sayan Erkan Doğanay, sanatçının bu sergisini, onun öteden beri tarihsel gelenekten beslenerek gerçekleştirdiği sanatsal tavrını bilmeden ve buna zahmet de etmeden Osmanlı'yı eleştirmek ve kalıplaşmış fikirlerini aktarmak için kullanıyor. Daha yazısının girişinde "tartışmalı bu konuyu (-ki kastettiği konu; devşirmeler ) ele alan ilk sanatçı olarak Aslımay Altay"ı kendince yüceltiyor ve ardından "Osmanlı'nın faşizan yapılanmasında zorla toplanan köleler" gibi tarihsel hatalara varan ifadelerine başlıyor. Devşirme çocukların zorla sünnet edilmesi -ki zorla olmayan sünnetten bahsetmek ne kadar mümkün- ve devşirme olayını "asimilasyon işlemi" olarak yorumlaması kadar "heykeltraş olan sanatçı"! gibi terminolojik bulanıklarla da örülü bir yazı ortaya çıkarıyor. Ancak, öyle anlaşılıyor ki Doğanay, ne Aslımay Altay'ın bugüne kadarki sanatsal yaklaşımını incelemiş ne de onun "Tabankeş" adlı sergisindeki işlerine bir kez olsun dönüp bakmış. Kalıp düşünceler kadar çağın görsel bombardımanlarıyla donanmış zihinler kuşkusuz sanattaki görsele bakmaktan uzaklar. "Sanatçı, tema olarak ‘devşirme’ olayına yoğunlaşmış ve konunun tartışılabilir genel hatlarını eserlerine yansıtmış." gibi yüzeysel bir ifade ancak bunun göstergesi olabilir.
Aslımay Altay, sergisinde Doğanay'ın anlatımı ile ne devşirmelerin acınası halini (!) ne de Osmanlı'nın devşirme konusunu sorunsallaştırmıştır; Altay, en başından beri yaptığı biçimde seyahat olgusu üzerine çeşitlenen yeni anlatıları yorumlamakta ve bunu da ele aldığı anlatıların tarihi ve kültürel yüklerinden ve doğrudan göndermelerinden olabildiğince arındırarak ve en net biçimiyle kişiselleştirerek gerçekleştirmektedir. Onun bir kaç sene önce gerçekleştirdiği sergisinde kendini bir seyyah olarak tanımlamasındaki adım, tarihsel ve kültürel olan anlatılara olan adımlarıyla kesiştiği oranda katmanlaşmaktadır. Bu açıdan Altay'ın tarihi anlatıdan yola çıkarak yaptığı işleri dahi oldukça kişiseldir ve bu onun görsel dilinde, sıkça kullandığı ve kendi kişisel dünyasından gelen simgesel formlarından da okunabilir. Hal Foster'ın dikkat çektiği biçimde siyasi sanat ile siyaseti olan sanat arasında bir ayrım sözkonusudur. Altay, Erkan Doğanay'ın anlamak istediği biçimde siyasi bir sanat yapmamakta aslında tam da karşısında; siyaseti olan bir sanat yapmaktadır. Bu siyaset oldukça kişisel bir dünyanın görselleşmesi biçiminde okunabilir. Ama okumak için sanatçıyı tanımak mümkün değilse de bakmak gerekir. İşlere bakılmadan yazılmış yazı, içinde sergi hakkında kayda değer hiçbir yorumun olmamasından da anlaşılabilir.

Friday 5 December 2008

"Estetik bicimde islev gorme" nasil oluyor???

Thursday 4 December 2008

Estetik Devinim

Batı sanat aleminde işler, eleştirinin/eleştirmenin onayından geçtiyse kabul ediliyor! Kabulden kasıt piyasaya kabul bir anlamda tabi. Kısır bir "Batı-biz" karşılaştırması yapmak zorunda kalmak korkunç ama bizde işler(yaptım bile!) yine ve yeniden biraz daha farklı yürüyor. Sanki yaptığı görülmediği için üzülen "samimi" sanatçılardan oluşan bir kitle ve gözünü popülerlik hırsı bürümüş, ne yapsa etse olay adam olmak isteyen, tüm eforunu buna sarf eden ve çoğunlukla başarılı da olan (ilişkiler sağolsun!) sân'atçılar var. Belli galerilerde sergiler açıyorlar ve kitlesi belli, alıcısı belli bir ortam mevcut oluyor.

İki hafta kadar önce bir Cumartesi günü Asmalımescit'teki C.A.M.'ye girdim. İçerideki görevli arkadaş bir hayli şaşırdı. Işıkları yaktı, elime listeyi verdi. Tedirgin oldum.. Kimse mi gezmiyor bu galeriyi? Korkunç! Aynı gün Apel'den kafamı uzatıp gayri-ihtiyari "Sergi var mı, gezicem" dedim. Kim olursa olsun gezeceğim yani. Böylesi bir güdülenmişlik!

"Sanat estetik bir devinimdir!" Şimdi uydurdum, belki vardır. Özlü sözler dünyası bu.. Sanat asıl, hep var olan, uzun zamandır gizlenen, utanılan amacına, yani "hoş duygulara hitap etmek" gibi özetleyebileceğimiz (ironi mi yapıyorum yoksa?) amacına geri mi dönmeli? Ya da bundan utanılmamalı mı? İlla bir şeyler söylemek zorunda olan, biçim kaygısından tamamen vazgeçmiş, varlık nedenini “şaşırtmak, şoke etmek!” üzerine kurmuş sanat kendini feshetmeli-mi?

Serbest çağrışım yöntemiyle ortaya atılabilecek bir milyon soru ile şeytanın avukatlığına devam edebilirim..

Nelson Goodman isimli adamcağız neler söylemiş neler:

“Önemli olan, bir yapıtın geleneksel anlamında sanata ilişkin ölçütlerimize uygun, güzel, hoş ya da başarılı olarak değerlendirilmesi değildir; aslolan onun estetik bir biçimde işlev görmesidir.”

Monday 1 December 2008

Çizgi Üstünde

Son bir kaç aydır Mısır Apartmanı'nda da var olan Galeri Nev'e girmek için o büyük beyaz kapının önünde durup zili çalmanız gerekiyor. İçeriye girmek için kapıyı itmeniz yeterli değil, oldukça "şık" ve "steril" mekanı korumanın bir yolu mu bu?

Galeriler destekedikleri sanatçılarla, yaptıkları sergilerle 20.yüzyılın ortasından bu yana dünyada çağdaş sanatın en önemli alanları oldu. Özellikle Amerika'da galerilerin bu rolü sürdürdüklerini görmek hala mümkün. Ki pek çoğu zaten bugün dünya sanatına yön veriyor. Bir kaç gün önce Beyoğlu çevresindeki bir kaç sergiyi gezerken girdiğim galerilerde in-cin top oynuyordu. Sanatçılar ne yapıyor, ne yapmıştı-şimdi ne yapıyor pek fazla kimseyi ilgilendirmiyor gibi. Sanat ancak sanat tarihi kitaplarına girince mi bakmaya ve dikkate almaya değer?

Bir sanatçı arkadaşım, sanatçılarla- eleştirmenler arasında cam bir duvar var, demişti sanatçıları tanımanın, takip etmenin önemini konuşurken. O duvar sadece sanat eleştirmenleri için değil aslında sanatın köşesinde duran pek çok kişi için geçerli.

Sanatçıların kişisel sergilerini önemsiyorum, onları takip etmek..

Aklımda Grayson Perry var, ne kadar muhalif ve ne kadar dekoratif! Tuhaf ve iyi. Dekoratif olmak ve çağdaş sanat.. Elvan Alpay'ın sergisini ama daha çok yaptığı bazı işleri çok sevdim, çok dekoratif ama tuhaf biçimde iyiydi. Muhalif değil, dekoratif ama iyi.
Dekoratiflik fazlasıyla bugünün sanatına dair aslında. Düşünmeli.

Sunday 23 November 2008

Rede an den kleinen Mann

Dinle küçük adam,
Hakikati güvenliğe yeğ tutan bir yaşam biçimi içinde elde edilen büyük başarı ve bulgunun yazgısı şudur:
Senin tarafından büyük bir açgözlülükle yalanıp yutulmak ve sonra gene senin tarafından dışkı olarak atılmak.

wilhelm reich

Friday 21 November 2008

Ne / Nasıl / Kim İçin ve Bir Soru : 11. İstanbul Bienali Kavramsal Çerçevesi


11. Uluslararası İstanbul Bienali'nin kavramsal çerçevesi, 17 Kasım 2008 tarihinde Bienal'in küratörleri Ivet Ćurlin, Ana Dević, Nataša Ilić ve Sabina Sabolović, yani grup ya da küme ismiyle WHW (What, How & for Whom / Ne, Nasıl & Kim İçin) tarafından Beyoğlu'ndaki Ses Tiyatrosu'nda düzenlenen bir basın toplantısıyla açıklandı. 12 Eylül – 8 Kasım 2009 tarihleri arasında gerçekleşecek İstanbul Bienali'nin başlığı "İnsan Neyle Yaşar?"


Ne?

İnsan neyle yaşar?

WHW, bienal aracılığı ile bir soru soruyor ama belli ki gelecek ve geçmiş ile eklemlenecek cevapların üretilme süreci ile bu sorudan çıkmak istiyor. WHW, süregiden araştırmasına yeni bir soru ekleyerek bugüne kadar biriktirdiği üretimlerin yanına yenilerini koymayı arzu ediyor. Dolayısıyla her ne kadar asıl vurgunun cevapta değil de hem sorunun kendisinde hem de cavap arama ve üretme sürecinde olduğu düşünülse de (bu yüzden kibirli ve iddaalı gözükebilir diyerek kendilerini bir çırpıda da açıklama ihtiyacı hissediyorlar belli ki) süregiden arayışlarına bir çağrı olarak, WHW’nin sorduğu soru arşivi, birikimi, birikime dayalı harcamayı ve tüketimi esas alan sanat anlayışının yanında yenilikçi, dönüşümü esas alan ve mevcut anlamların içeriği ile işlevlerini yersizyurdsuzlaştıran, üretime yönelik bir çaba gibi duruyor. O halde evet, neden olmasın?

WHW, Bertolt Brecht'in Elisabeth Hauptmann ve Kurt Weill ile birlikte 80 yıl önce yazdığı “Üç Kuruşluk Opera” adlı oyunun ikinci perdesinin kapanış parçasından yola çıkarak yaptığı performansta ekonomik krize atıfta bulunarak, sanatın “orada”, “kendi halinde”, “ekonomik ve politik olandan başka bir dünyada” durmadığına dikkat çekiyor. Mevcut ekonomik kriz ile kurulan güncel ve güçlü bağ ile sanatın da politikanın ve ekonominin arayışına aktif bir şekilde dahil olduğunu parmakla göstererek sanatın toplumsal değişime önayak olduğu bir hareket öneriyor.


Nasıl?

WHW’nin seçtiği yöntem, her ne kadar kendileri tarafından açıklanmasa da, Deleuze’ün Tarde’ın “örtülü tekrar” olarak sorunsallaştırdığı tekrar kavramını da bir alet olarak kullanan kuramsal bir arkaplana sahip. Kısaca açıklamak gerekirse, örtülü tekrar, geçmişten bir unsuru çekerek temellük etme üzerine kuruludur. Yani birebir, mekanik tekrarı içererek birine ya da bir şeye ait bir anlatının ya da tarihin kopyalanarak kökü ile hiçbir bağı olmayan herhangi bir alanda tekrar edilmesi, tekrarın içindeki farkı ortaya koyacaktır. Bu nedenle 12 Eylül tarihinin darbe tarihinden koparılarak yeni bir açılıma davet etmesi, WHW’nin çağdaş sanat ile yaratmayı arzu ettiği dönüşümü ve farkı tekrar ederek vurguluyor.

Ekonomi üzerinden politik, tarihsel, toplumsal ve kültürel olan ile yeni ilişkiler kurabilmek için tekrar kavramı, WHW tarafından birçok kez kullanılıyor. Örneğin, krizler... 1920’lerden itibaren burjuvanın hüküm sürdüğü ve iktidarın dini ahlak ve liberal demokrasi üzerine kurduğu düzenin krizler ile bir makina gibi işlemesi ve kapitalizmi sürekli içten patlatarak sürdürülebilir kılması bugün de tekrar eder. Siyasal iktisatçı Polanyi’nin 1944’te yayınlanan Büyük Dönüşümü’nde “‘kısıtlamaları kaldırılmış piyasa ekonomisi’nin gelişimi ve ardından faşizmin yükselişi üzerine yaptığı analizde, toplumsal gelişim ile ekonomik gelişimi uzun vadede ayırma eğiliminin, son noktada toplumsal kargaşa ve totaliter rejimlerin yükselişiyle sonuçlanacağına dikkat çekiliyor.

WHW, bugün de benzer durumun etno-milliyetçiliğin, kökten-dinciliğin ve faşizmin yükselişi ile ortaya çıktığına dikkat çekiyor. Dahası, kültür / siyaset / ekonomik ve (her ne demekse) toplumsal olan arasındaki ayrımın sürdürülmesini takiben farkları ve farklılıkları silerek karşıtlıklar üzerinden (yeniden) benzerlikler ve özdeşlikler kuran bir denetleme - baskı iktidarının elini güçlendirdiğine dikkat çekiyor. Artı-değer dağılımındaki dengesizlikten kaynaklanan toplumsal kargaşa siyasi manipülasyonlar, cinsiyete dayalı baskılar, nabza göre ahlak, baskıya boyun eğme ve dine dayalı ikiyüzlülük gerek sosyal bilimlerin de içinde bulunduğu kuramsal alanda gerekse gündelik yaşamda kendisini gösteriyor.

WHW, sergilediği basın toplantısı biçimini yapıçözümüne uğrattığı performansta da bu politik unsurları ileri/geri, ileri/geri, ileri/geri kelimelerinin mekanik tekrarı üzerinden, politik alandan ayrı bir yerde konumlandığı varsayıldığı için kökü ile hiçbir bağı yok-muş gibi algılanan sanat alanında ele alıyor. WHW, toparlamak gerekirse, politika/sanat/ekonomi arasında olduğu varsayılan ayrımı yıkan farkı, sanatın aynı zamanda hem ekonomik, hem politik hem de toplumsal olduğu gerçeği ile ortaya koyuyor. Benzer durumların (yani 1920’ler ve 2000’ler) birbirinden bağımsız ve türdeş olmayan unsurlar ile yinelenmesini gerek bir basın toplantısı biçimindeki temsil aracılığı ile gerçekleştirerek farklılaştırıyor (bir bakımı temsili de bozuyor), gerekse içerik bakımından geçmişin (12 Eylül 1980 darbesi, 1920-1930’lardaki faşist yönetimler vs.) temellük edilmesiyle yeni düşünme, görme ve üretim biçimleri öneriyor.

Bu nedenle sıradan-mış gibi algılanan basın toplantısı pratiğine yakından bakıldığında (tekrarlar arasındaki) farklar su yüzüne çıkıyor. “Ontolojik bir zorunluluk” olarak benimsenen bu yöntem (çünkü farklı ve yeniyi ortaya koyabilmek için sanatın formel sınırlarını epistemolojik olarak başka bir yere taşıma ihtiyacı doğuyor) böylelikle siyasi ve etik tavırlara ilişkin bir yaklaşım geliştirerek çağdaş bir sorunsallaştırma yapılabilmesine olanaklar açıyor. Bir başka deyişle WHW, bir sapma yaratarak, bu sapmayı takip ederek kaçabilecek olanları çoğaltmayı ve böylelikle çoğalmayı arzu ediyor. Tekrarın tüm araçlarını kullanmaya çalışan bu arzu aynı zamanda müthiş bir güç istencini de içinde barındırıyor.


Kim İçin?

Bana kalırsa WHW, bienalin kavramsal çerçevesi vesilesiyle hitap etmek istedikleri ile ilişkiye geçmeye başladı bile. Kendisini ve ilişkiye geçtiği şeyler, kurumlar, kavramlar, değerler, normlar, şablonlar ve tanımlar ile sürdürülen mevcut düzeni sorgulamadan benimseyen, en ufak bir değişiklik çabası karşısında endişe ve tekinsizlik nedeniyle buna karşı çıkarak her türlü farklılığı / benzemeyeni / değişimi yadırgayan / yeren / küçümseyen ortodoks, muhafazakar, burjuvaların işgal ettiği siyasi, kültürel, politik, ekonomik ve daha ne kadar alan varsa, oluşan bu coğrafyadaki herkes ve herşey buna dahil... Bir başka deyişle değişime karşı olanlar ile değişim yanılsamasını üreterek mevcut koşulların sürdürülmesi için bağ olanlar...

WHW’nin yaptığı performansın izleyenlerin çoğu tarafından sanki “yalnızca” “eğlenceli” bir tiyatro temsili ya da bir “gösteri” olarak algılandığını belirtmekte yarar var. Ne de olsa bugüne kadarki hegemonik yapısı ile “temsil olarak sanat”, WHW’nin de vurguladığı üzere, “genellikle havalı, hoş, eğlenceli birşey olarak” sunulmamakta mıdır? Bienaller de zaten “kentlilerin kendilerini uluslararası iletişime elverişli özellikleriyle küreselleşen dünya haritasında konumlandırmak için kullanmaya kalkıştıkları kültürel turizm bileşenleri” haline gelmemiş midir?

“Temsil olan sanat”ın yersizyurdsuzlaştırılması ve basın toplantısı gibi bir temsil biçiminin yapaylığının “tekrar tiyatrosu” ile yerle bir edilmesi ile

mevcut koşulların ve statülerin
sürdürülmesi zorunluluğunu hissederek
çoktan miyadı geçmiş olan unsurların
tedavülden kaldırılması
ve değiştirilmesi gerçeğini fark etmeyen
v e bu gerçeği yok sayan,
duymayan, umursamayan,
görmezden gelenler

mevcut verili unsurları
ve bugüne kadar tanımlanmış, adlandırılmış, sınıflandırılmış,
hep karşıtı bulunmuş
ele geçirilmiş olanı
gündelik pratikler içinde üretim yaparak
değiştirmek için
üşenen, korkan, tedirgin olan
üretimi, yeniliği, değişikliği
hep gelecekte
bir başkasının
yapmasını bekleyenler

“zamanında birşeyleri değiştirmeye çalıştık da n’oldu?” diyerek
bastıranlar, bastırılanlar,
ve baskılanarak bastıranlar
dışlayanlar, dışlananlar
dışlanarak dışlayanlar

yokluk içinde “varlık” buldumcukları
klişeler ağına takılıp orayı yurt edinenler
çıkış aramayanlar
arayışın kendisinin olumsal bir süreç olduğunu
arayıştan duyulan rahatsızlığın ve kaygının
mevcut olana bağ yarattığını ve
mevcut olanın sürdürülmesini sağladığını
fark edemeyenler

“olan” hakkında
şikayetler yapmaktan yorulmayan,
ezberlenen ve biriktirilenleri yineleyip duran
yapılması gerekenleri dizip duran
böylelikle varolanın sürdürülmesine katkıda bulunan
yetkinlikten yoksun,
edilgen –
çalıştığını zanneden tembeller,
engelliler

ile ilişkiye geçilmeye başlandı.


“gösteri”nin eğlenceli bulunmasının –ve bu nedenle beğenilmesinin- bir başka nedeni, mevcut koşulların dönüştürülmesi / saptırılması hususunda izleyicinin yap(a)madığının bir başkası (yani WHW) tarafından temsil ediliyor olması da var tabi. Kendisinin –yani burjuvanın ve ortodoks solun- yap(a)madığı ama –nasıl olsa – birilerinin onun adına da konuşması ve eylemde bulunması, elini taşın altına koymadan, üretim yapmadan, alkış tutan edilgen kitlenin haz duymasına neden oldu.

Hazzın işlevini dönüştürmeyi arzu etme istenci ile güç bularak saptırıcı, dönüştürücü üretimlerde bulunan ve çoğalmaya çalışan WHW’nin direnişin ve başkaldırışın, temsili demokrasi tarafından iktidarın “karşısında” konumlandırılan muhalefete ve kamusal alanda sivil toplum örgütüne bırakıldığını gözardı etmediğine eminim. Peki, mevcut olanın oluş koşullarını analiz etmeden onu eleştirmek ve varlığını sorunsallaştırmak eleştiriyi yapanı, analiz edeni ve düşünce üretmeye çalışanı da aynı tuzağa düşürmez mi? Türkiye, sosyolojik olarak, kaygan bir zemindir. Dikkatli yürümek gerekir. Hızla koşarak, birşeyler iddia edeceğim derken mevcut klişelere kapılmak ne kadar da kolaydır.

Bu konuya geçmeden önce, sanatın eğlenceli bir eğitim aracı olarak değelendirilmesi hususuna bakmakta yarar var. Zira bienal ile eğlendirilerek eğitilmek istenen Türkiye’nin sürekli eleştirdiğimiz “kendisine dayatılanı hemencik de üstüne giyip uymuş gibi yapması”nın bir kez daha çok mümkün olabileceği riski ile karşı karşıya olabiliriz.

Burjuva izleyicinin küratörün gösterdiği cesaret ve güce sahip olma arzusu ile takdir etmesi ve bundan duyduğu hazzın dönüştürücü bir işlev kazanabilmesi, bakmanın ötesinde bir yaklaşımı da benimseyebilecek izleyiciyi daha üretken bir katılımcı haline dönüştürme çabasından geçiyor. Ne var ki Batı metafiziğinin kültür kanalından küratör karakteri ile seslendirdiği bu öz-bilinç sahibi, rasyonel, aydınlanmacı ve sanatı –zaten hep güdülmesi ve yola getirilmesi gerekli olduğu ileri sürülen- toplumu “eğitme” çabası için bir araç olarak değerlendiren bu yaklaşımı ne kadar kucaklayabiliriz? “Yine mi aynı nakarat?” dedirten sıkıcı, tanıdık, bildik aydınlanmacı, evrensel, kartezyen boğukluk, bir adım geri atarak mesafeli bir duruşu gerekli kılıyor.

Eğlenceli ve didaktik olayım diyenler kimler olacaktır? Bir yandan bireysellikler, kendilikler, kimliksizleşmeler, ilişkisellikler kucaklanırken neden hala eskimiş bir “eğitmeliyiz bize benzemeyenleri” söylemi bırakılamıyor? Ben bienal vesilesiyle eğitilmek istemiyorum. O halde

Yine aydınlanmış ve “doğru”yargılar üretene göre
geri kalmış olacağım
“yoz” kaldım, “yoz” kalacağım
“yabani” sayıldım, “yabani” kalacağım
“yol”a sokulamadım, hala “yol”dan sapanım,
eğitilerek birine benzemek istemeyenim
bir türlü anlamayanım...

Halbuki, sürekli kendiliği hakkında bir farkındalık sahibi olmak ve sanatın da bu ilişkiselliğe aracı olması, dönüşüm yaratacak “ilişkiler” yani (b)ağlar için örgütlenmesi ve kendisine modern paradigma tarafından biçilen “eğitimci” rolü reddetmesi daha sağduyulu geliyor. Sanatın “işe yaramaz mıyım?” paranoyasından çıkarak, ürkmeden yoluna devam etmesi, bilimler ve felsefe ile birlikte işleyen bir makina olarak üretim yapması, epistemolojik yırtılmayı büyütecektir.

Burjuva izleyici ve ortodoks sol ile üretim yapmaya çalışmak, onu şaşırtmak, yabancılaşma efekti aracılığıyla kendi üzerinde düşünmesini sağlamak amaçlanıyor. WHW’nin akım yaratarak çoğaltmak istediği içeriğin –en azından- ilk şırınga edilişi, izleyicinin şaşkınlığı ve tedirginliği ile nasıl başa çıkacağını –en azından- o anda bilememesi yüzünden yabancılık efekti ile karşılaştı. Ne var ki, yabancılaşma efektinin ortaya çıkaracağı düşünce yaratımı süreci duvara tosladı ve Türkiye’deki çağdaş sanat izleyicisi en azından ilk sözlüsünde takıldı. Basın mensupları olanı/oluşanı kavrayıp, soru sormakta zorlandı. Türkiye’de ne zaman ortodoks sol ile çağdaş sanatın karşılaşmış olduğu (Ayşegül Sönmez / Radikal), izleyiciden –dolayısıyla kendisinden - ne kadar Marksist bilgi beklendiği (Evrim Altuğ / Sabah) ve Brecht’ten bahsedildiğine göre Berlin Ensemble ile -dolayısıyla Alman sanat çevresi ile (Alman Devlet Radyosu) ne ölçüde ilişkiye geçileceği soruları toplantıdaki birkaç küçük soru içinde en dişe dokunur olarak nitelendirilebilse de, soruların mahiyeti dahi aslında WHW’nin deşmek istediği yarayı yeniden bizlere gösterdi.

“Kim olduğumuz üzerinden deşilecek yaramızın, bienal vesilesiyle epey tartışma yaratacağını umuyor, sorgulanmayan bir yüzleşme sürecini açığa çıkaracağını düşünüyorum.”

Kuşkusuz bienalin başlangıç tarihinin 12 Eylül olarak seçilmiş olması, kim olduğumuz ile yüzleşebilmemiz bağlamında iç ve dış faktörler ile şekillenen, tekrar vesilesiyle bir fark ortaya koyma amacı taşıyan bir tercihe dayanıyor gibi duruyor. Ortodoks solun modası geçmiş, hantal, devlet memuru zihniyeti ile çağdaş sanatın “temsil olarak sanat” tanımına aşina, edilgen burjuva zihniyetini kurcalayabilmek için, kısaca bu karşılaşma ya da kesişme sürecine bakarak belirtilerin analizini yapmaya çalışayım. Çünkü, bana kalırsa bienalin 12 Eylül ve ortodoks sol üzerinden kurcaladığı husus, Türkiye’nin cumhuriyet tarihindeki en belirgin ekonomik, politik, toplumsal ve kültürel mikro kırılma noktalarını oluşturarak günümüzde yaşanan sorunlar ile uğraşıyor.

Kuşkusuz yerelde yaşananların küresel ile eklemlenmesi sürecinde çağdaş sanatın birleştirici rolü oynaması ya da birleştiren olmaya çalışması, İKSV ile bienalin de kendilerini masaya yatırdığı anlamına da geliyor. Böylelikle WHW, yerel, ulusal, uluslarası arasında bugüne kadar yapılmış ayrıma dikkat çekerek yerel ve evrensel arasındaki iki kutupluluğu ortasından delerek geçiyor. Yerelin aynı zamanda evrensel olabileceğine, evrenselin de bir o kadar yerel sayılabileceğine yapılan vurgu, kapitalizmin olumsuz sonuçları nedeniyle paylaşılan ortaklıktan yola çıkan dönüştürücü işlevi yaymaya gayret ediyor.

Peki, edilgen olduğu ileri sürülebilen ve kendisinden katılımcı yeni ilişkiler yaratarak üretim yapması beklenenler kim?

12 Eylül 1980 askeri darbesi ile Türkiye’deki kurumsal, entelektüel ve örgütsel sol hareketin kesintiye uğraması, bastırılması ve yok edilmesi sonucunda cumhuriyetin devrimci ve laik ideallerini geleceğe taşıyacak olanların dağıldığını biliyoruz. 1980’ler sonrasında askeri bir darbenin ezikliği ve bastırılmışlığının altında Türkiye’nin liberal ekonomiye geçişi ile ortaya çıkan yeni iktidar ve güç dinamiklerinin, bambaşka gelişmeleri beraberinde getirdiğini de biliyoruz. Örneğin, 1980 öncesinde ithal ikameci bir politikadan (yabancı olarak tanımlanan malların / kavramların / düşüncelerin / etkileşimlerin / ilişkilerin sınırlandırılmasından), ihracatçı (yabancı olarak tanımlanan mallara / kavramlara / düşüncelere / etkileşimlere / ilişkilere tabi olarak sorgulamadan benimseme ve tüketme) politikaya geçiş, beraberinde toplumsal gündelik hayata doğrudan nüfuz eden etkilere de neden oldu, değil mi?

Liberal ekonominin yan ürünü olarak eklemlenen Batı metafiziğinin sorgulanmadan benimsenişi vesilesiyle hem Batı hem de Doğu (olarak belirsizce tanımlanan) arasında sıkışan Türkiye’de gerek (sol / sağ, dinci / laik, vatansever / vatan düşmanı gibi) kutuplaşmalar, gerekse (popüler arabesk hareketinin yanı sıra gecekonduların yanı başındaki devasa alışveriş merkezleri gibi) eklektik yeni birliktelikler eşzamanlı işlev görmeye başladı. Örneğin 1980 öncesinin sol entelektüeli ya ortodokslaşarak mevcut işleyişi kavramakta geride kaldı ya da tamamen yan çizerek kapitalistleşti, kimliksizleşti. Göçlerle plansız büyüyen kentlerde yaşayan işçi sınıfı ve burjuvazi de böylelikle çoğalmaya, karmaşıklaşmaya ve çeşitlenmeye başladı.

Ekmek kavgasıyla ve göçle gelişen bu kentleşme sürecinde yerleşik, muhafazakar kurumlar, değerler, normlar, estetik / kimlik / din / statü anlayışları değişti. Göçmen geçmişe sahip ancak yerleşik kökenleri ve alışkanlıkları ile güçlü bağlara sahip, kentli yeni-orta ve alt sınıf, konumunu kaybetmeye direnenler tarafından dışlama pratikleri vesilesiyle ötekileştirilerek karikatürize ve marjinalize edildi. Gösteri, popüler kültür ve magazin, yüksek kültür ile alçak kültür arasındaki ilişkinin radikal bir biçimde zayıflamasına etken oldu. Batı’yı sorgulamadan tekrar eden ve benimseyen, kendisine öğretilmemiş olan yabancıyı tanımayarak reddeden ve dışlayan elitist, burjuva azınlık ise konumunu ve konumundan dolayı kazandığı çıkarları kaybetmemek için Batı’ya olan borcunu kültür / politika / ekonomi ayrım temelli düzenin içinde sanatı marjinalize ederek ödedi, ödemeye devam ediyor ve bunu da pek değiştirmek istemiyor çünkü ancak böylelikle bir nefes alabilme / yaşama / varlığını sürdürebilme imkanı buluyor.

Batı’da da yaşanan benzer süreç, bienallerin bu dönemde büyük sanat etkinlikleri olarak pazarlanmasını sağlayarak kültür endstrisine ivme kazandırdı. Bu gerçekler temelinde İstanbul bienali de, “farklı kültürlerden” sanatçı ve sanat izleyicileri arasında iletişim kurmanın yanısıra kentin değişen dünya üzerindeki konumunun tekrardan değerlendirilebilmesi amacıyla dünyada bienallerin patlamasıyla eşzamanlı olarak 1987 yılında başladı. Dolayısıyla bir çağdaş sanat etkinliği olan bienal, evet, en azından Türkiye’de, solun ortodokslaşarak eylem gücünü yitirmesini ikame edecek ve kapitalizme ivme kazandıracak bir üretim aracı olarak işlev görmeye başladı.

Ne var ki, bu politik, ekonomik ve kültürel dönüşümü ve ikiyüzlü gidişatı gören ve bu topyekün toplumsallaşma süreci içinde bir farkındalık yaratıp eleştiri yapmak isteyenler ise hem sansürlerden, yasaklardan ve geçmişte bugün için müstahak olması için yapılan eylemlerden ötürü sustu ve susturuldu hem de kendilerini ifade edecek dergi, sergi mekanı, sponsor gibi destekler bulamadıkları için popüler mecraların içinde eridi. Bu anlamda WHW, sanat işlerinin popüler basın aracılığı ile daha geniş kitlelere ulaşmasının sağlanması için basının politik ve ekonomik olana öncelik verdiği gerçeğini içkinleştirerek, bienali pazarlamaya yönelik bir deneme de yapmış oluyor. Yalnızca mevcut biçim ve düzenlerin tekrarından ziyade, enformasyonu veren (küratörler) ile enformasyonu dağıtan (basın) arasındaki ilişkiyi basın toplantısı janrından çıkarıp dönüştürerek yeniden üreten WHW’ye önerim, yalnızca kültür-sanat yazarlarını değil, ekonomi ve siyaset yazarlarını da basın etkinlikleri içine katmaya çalışmaları olacaktır, zira örneğin bienalin (bile!!!) mevcut ekonomik kriz ile söyleyebileceği birşeyleri var (-mış !) algısı, bienalin izleyici kitlesinin yayılmasını da çeşitlenmesini de sağlayacaktır. Bu yaklaşım ise, sanat / kültür / politika arasında varsayılan ayrımın yıkılmasına güç katacaktır.

Bir Soru:

WHW’nin “Üç Kuruşluk Haberler” başlığı ile çıkardığı gazetede Tuncay Çavdar’ın Türkçe’ye tercümesini yaptığı “İnsan Nasıl Yaşar?” adlı metnin inglizce ve türkçe karşılıkları birbirine uymuyor. Tutarsızlık daha ilk cümleden başlıyor.

Örneğin,
“sayın baylar, bize hep ders verirsiniz”,
“You gentlemen who think you have a mission”
yani,
“bir görevi olduğunu düşünen siz baylar” olarak tercüme edilmeli.

Yahut, insanın gözlerinin faltaşı gibi açılmasına neden olan bir başka fark,
“İnsan neyle yaşar: Ezip hiç durmadan. Soyup, dövüp, yiyip yutarak insanları”
“What keeps mankind alive? The fact that millions / are daily tortured, stifled, punished, silenced, oppressed” olarak ifade edilmiş !!!
Halbuki ingilizce olan metin doğruysa bu ifadenin Türkçe karşılığı:
“İnsan neyle yaşar? Milyonların hergün işkence görüp, boğulup, cezalandırılıp, sessizleştirilip, baskı altında tutulması bir gerçek iken” mi olmalıdır, bilemiyorum. Ne dersiniz?

Karşılaştırma yapmak ve açıklama yapmak isteyenler için ingilizce ve türkçe metinleri görebileceğiniz İKSV’nin websitesi bağlantısını ekliyorum.

http://www.iksftp.com/bienal2009/IBnewspapers.pdf

Bu durumda acaba tercüme almanca’dan mı yapılmış yoksa gözden kaçan ve yanlış anlamaya neden olabilecek bir hata mı var diye insan kendini sormaktan alıkoyamıyor?

İlgililere duyurulur...

Ebru B. Yetişkin

Wednesday 19 November 2008

Ferruh Doğan'ın Yıllar Önce Yayınlanmış Bir Karikatürü..


Mitler zamana sigmaz

Omer Bey'in tanimiyla "genc sanatcilar miti" surmekte, evet Elf. Pera Muzesi 2005 yilinda "Genc Acilim" diye bir sergi yapti idi. Ancak bu serginin Pera Muzesi'nin durusu ile nasil bir bagi vardi ya da o sergi muzenin izledigi politikaya ve koleksiyonunu yapilandirmasina nasil etki etti merak ediyorum. Yoksa amac "genc sanatcilara dikkat cekmek" iyi niyeti altinda sadece bir sergi yapmak miydi? Pera Muzesi'nin -eger varsa- genc sanatcilar koleksiyonunu umarim yakinda gorebiliriz. Diger taraftan Charles Saatchi'nin de tum dunyada sozkonusu mitin yaratilmasinda nasil etkili oldugunu unutmamak lazim. Saatchi'nin sanat tuccari zekasi genc Hirst'i yaratti ama sonrasinda Hirst'in Saatchi'ye buyuk başkaldırışı yetmedi, simdilerde ondan daha da sanat tuccari zekasina sahip oldugunu tum dunyaya gosterdi. Besle genc sanatciyi oysun gozunu..gibi. "Genc" sanatcilari seviyoruz o baska. Mesela Semiha Berksoy gibi.

Hakikat

"Hakikat şudur: Genç Türk resmi gittikçe kuvvetleniyor. Onu sevmek ve tanımak için yabancıların işaretini beklemeyelim, mahcup oluruz."
Ahmet Hamdi Tanpınar, Ülkü, Şubat 1946

NOSTALJİK Mİ GELDİ?!!

Monday 17 November 2008

“VAR” İLE “YOK” ARASINDA
TÜRKİYE’DE SANAT ELEŞTİRİSİ

Hazırlayan: Seda Yörüker

Neresinden bakarsanız bakın Türkiye’de en az sanatın kendisi kadar tartışılan bir konu da sanat eleştirisi. Önceleri edebiyatçılar, sonraları bizzat ressamlar tarafından yapılan sanat eleştirisi, bugün “var”mı, “yok” mu diye tartışılıyor. İçimizdeki sorun; sanat eleştirisini, sanat eleştirmenleri dışındakiler aşağıdaki iki soru üzerinden cevapladı. Kuşkusuz burada çıkan sayısal sonuçlar, soruları yanıtlayanların cevapları doğrultusunda şekillendi, dolaysıyla daha geniş bir topluluğun sonucunu yansıtmıyor. Ancak sanatsal bakış açılarının birbirinden farklı olmasına özellikle özen gösterilmiş 40 civarı kişinin yanıtları, Türk sanat ortamında sanat eleştirisine bakışı mikro düzeyde dahi olsa yansıtabilir.

Sadece sanat eleştirisinin değil eleştirinin kendisinin başlıbaşına modernizmin temel bir sorunsalı olduğu düşünülürse Türkiye’nin modernizmle ilişkisine paralel olarak ele alınabilecek bir sanat eleştirisi ya da onun neden “yok” olduğu meselesi daha da anlaşılır olacaktır. Diğer taraftan geçmişte Fikret Adil, Ahmet Hamdi Tanpınar, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nurullah Berk, Sezer Tansuğ gibi erkeklerin temsil ettiği sanat eleştirisi alanında hiçbir kadının varolmayışı ne kadar dikkat çekici ise bugün en azından burada çıkan bir sonuçla bu alandaki iktidarı bir kadının; Ahu Antmen’in yerinden oynatması aynı ölçüde anlamlıdır.


1- Türkiye’de mevcut sanat eleştirisinden memnun musunuz?
2- Sizce Türkiye’de en iyi sanat eleştirmeni kim?


SANAT ELEŞTİRİSİ HANGİ KELİMELERLE ELEŞTİRİLDİ?

kamplaşma, dil, dedikodu, piyasa, yargılamak, isim vermek, ithal etmek, karşılaştırmak, diplomatik olmak, yeniden üretmek, finanse etmek, akım yaratmak, öğretmek – öğrenmek, kısır, ilişkiler ağı, ironik, kıskançlık, bağımsız, kahin, sanat tarihçisi, birincil kaynak, sempati – antipati, pazar, korkmak, basın, argümantasyon, bankalar, AICA, akademik, güncel sanat, pasifize edilmek, duyarlılık, entelektüel, cesur, spekülasyon, modern, çok bilmiş, Pierre Restany, gazeteler, feodal kültür, boşluk, modernist, dürüstlük, güç odakları, küratörlük, terminoloji, sektör, demokrasi, meslek, sanat dergileri, Clement Greenberg, Edward Lucie Smith, D Grubu, New York Times, sürü kültürü, basın bülteni, angaje, objektif olmak, kirlilik, underground, analiz etmek, sergi gezmek / gezmemek, küçük-burjuvalaşma, çağdaşlık, kemikleşmiş, haksızlık, öncü, samimiyet, Batı, hobi, sanatçı içgüdüsü, sıradışı, Postmodern, Guardian, Le Monde, dönüm noktası, Damien Hirst, plastik sanatlar, Orhan Pamuk, kötülemek, sanat tarihi, kaotik ortam, sistem, edebiyat yapmak, siyasal, kuram, kurum, uzman, abici-ablacı, takım muhabbeti, bön-pozitivizmi, derinlik, çoğulculuk, övgü / yergi, ateş etmek, …


ALP TAMER ULUKILIÇ (Sanatçı)

1- Bankalar gibi bir takım kurumların tekelinde ve onlar için çalışan sanat eleştirmenleri var, dolayısıyla Türkiye’de fikir olarak bağımsız bir sanat eleştirmenliğinden bahsetmek çok zor.
2- Ahu Antmen


ÖMER ULUÇ (Sanatçı)

1- Hiç değilim. Öyle bir şey yok zaten, çünkü basın itibar etmiyor. New York Times’ın sanat eleştirmenlerini herkes tanır, onların bir itibarı vardır, yazdıkları önemlidir, Türkiye’de ise sanat magazinleşiyor, sanat eleştirisi de magazinleşiyor ancak ben nitelikli bir eleştiri göremiyorum.
2- Ayşegül Sönmez


TOMUR ATAGÖK (Sanatçı, Müzeci)

1- Eleştirmenlik nesnel değerlendirme gereken bir alan. Bu alandaki kaynağın kendisi olan yapıt ise sanatçının nesnelliğin ötesinde duyarlık ve sezileriyle yaptığı özgün bir çalışmanın sonucunda ortaya çıkmıştır. Eleştirmenin ayrı ayrı sanatçı ve sanat yapıtını inceleyip onun özgünlüğünü tanımlayıp değerlendirmesi ve yorumlaması hem geniş bir bilgi birikimi hem de duyarlığı gerektirir. Ayrıca araştırma yapan bir kişi eleştiri yaparken birincil kaynakları kullandığında öze erişebilir. Bir başka zorluk, sanatta kaide ve kurallar olmadığından, her bir yeni yapıt eleştirmen için çözümlenmesi gereken bir tür bilmecedir. Müzecilik bağlamında araştırmada birincil dereceden kaynaklar sanat yapıtının kendisi ve sanatçıyla yapılan görüşmedir. Sanatçının ne yapmak istediği hakkındaki sözlü ya da yazılı ifadesinin sergilenen yapıta yansıyıp yansımadığı görmek, karşılaştırmak ve değerlendirmek eleştirmenin gücüdür. Ama bu gücün gerisindeki bilgi yeterli olmadığında, eleştirmen sanat yapıtının değerlendirmesindeki aşamaların bazılarını atlayabilmektedir. Eleştirmenlik kolay bir meslek değildir. Bazen bir öğretmen, bir yol gösterici olabilir, bazen de yazdıklarıyla herkesi ürküten bir çokbilmiş. Ama bir başka zorluk etik bir davranış gerektiren bir meslek olmasıdır. Ama sanatçının sağlıklı bir yolda ilerlemesi onu anlayan ve anladıklarını yazıya dönüştüren bir eleştirmenin desteği ile mümkün olabildiğinden, ona, o dönemin iyilerini, öncülerini seçen bir uzman olmasıyla ileriyi bile biçimleyen bir kahin de diyebiliriz. Sanat tarihimizde öznel yargı ve değerlendirme yapabilen eleştirmen çok fazla değil. Bunun başlıca nedeni eleştirmenliği seçen kişilerin sanat tarihi alanında çalışmalarını kitaplardan ve dialardan öğrenirken, sanatın temel bilgilerini atölye ortamında alamamış olmasıyla sinirli sanat birikimini kişisel yorumlarla kapatmalarıdır. Ama hepimizin anımsaması gereken eleştirmenin ciddi görevi onun sanatsal yazı yazmak değil, yapılmış sanatı değerlendirebilmesidir. Onun aracılığıyla toplum sanata daha duyarlı olacaktır. Türkiye’deki sanat ortamı yavaş gelişiyor, bunun bir nedeni toplum olarak her alanda olduğu gibi sanat alanında da doğruları söylerken yüze değil, arkadan eleştirmeyi bir yol, yöntem olarak kabul etmemizden mi kaynaklanıyor? Sorgulamak gerekir.

2- Ahu Antmen, düşündüğüm eleştirmen kavramına en yakın olan.



ALTAN ÇELEM (Sanatçı)

1- Memnun değilim, zaten bu alanda sayısal yeterlilik de yok; oldukça az eleştirmen var.
2- Ahu Antmen


NURAN TERZİOĞLU (Galerici)

1- Benim kişisel olarak memnun olup olmamamın ötesinde, sanat eleştirisinin basında yeteri kadar yer almaması önemli. Genç sanat eleştirmenlerin desteklenmesi ve bunların basında yer bulabilmesi gerekir.
2- Eleştirilerine, kendi yorumlarıyla birlikte bilgi ve donanımını da ekleyebildiği ve hakkında yazdığı konuya bilerek ya da bilmeyerek küçük katkılarda bulunduğu için Ahu Antmen


ÖZDEMİR ALTAN (Sanatçı)

1- Bütünüyle geri kalmış bir ülkenin sanatının da geri kalması doğaldır. Niye iyi müzeciler, galericiler, küratörler ve eleştirmenler olsun?!
2- Tabii ki ülkede o söylediğiniz sanat eleştirmeni yok.


ARZU BAŞARAN (Sanatçı)

1- Hayır, memnun olduğumu söyleyemem. Çoğunlukla her disipline ait duygusal bir bakış açısı ve kamplaşmış bir zemin olduğunu düşünüyorum. Yazılan eleştirilerin birçoğunun objektiflikten uzak ve derinlemesine bir analizden yoksun olduğu kanaatindeyim. Ancak bu yeni bir durum değil, eskiden beri sempati - antipati ilişkisi eleştirileri yönlendiren bir yaklaşım oldu.

2- Sanat yapıtına, hangi disiplinden olursa olsun yapılanı anlamak için belirli bir derinliğe ve çoğulculuğa daha yakın durdukları için Levent Çalıkoğlu ve Ahu Antmen diyebilirim.


BEDRİ BAYKAM (Sanatçı)

1- Memnun olabilmem için gazetelerin gerçek anlamda ve yeteri kadar buna yer ayırması, yetkin eleştirmenlerin olması ve aslında böyle bir ortamın oluşması gerekir. Sanat eleştirisine gazeteler yeteri kadar yer ayırmıyor, sanat dergileri ise gazeteler kadar güçlü olmadığı için eleştiri underground kalıyor.
2- Üç, dört tane beğendiğim sanat eleştirmeni var, ancak UPSD başkanı olarak tek bir isim vermem doğru olmaz.


ELİF URAS (Sanatçı)

1- Öncelikle sürekli olarak Türkiye’de bulunmadığımdan belki de mevcut her yayın organını takip edemediğimi belirtmek isterim. Türkiye’de sanat eleştirisi yok gibi. Nasıl memnun olabiliriz ki?Eleştiri derken işleri hem pozitif hem de negatif yönleriyle ortaya koymaktan bahsediyoruz ama sanırım böylesi bir dürüstlük sanki bizleri rahatsız ediyor, susturuyor. Radikal gazetesi dışında hiç bir gündelik yayın organının güncel sanatı takip edip eleştiri yapan bir yazarı var mı? Sanat yazıları gündelik basında haber olmaktan öteye gidemiyor.

2- Bir tek Ahu Antmen'i sanat eleştirmeni olarak biliyorum ve beğenerek, ilgiyle okuyorum.


EKREM KAHRAMAN (Sanatçı)

1- Değilim. Çünkü artık eleştiri de eleştirmen de küreselleşmeci güncel sanat sistemi tarafından sanat ortamından neredeyse dışlanmış görünüyor. En azından olabildiğince pasifize edilmiş durumda. Bunun bir nedeni planlı bir biçimde eski sanat anlayışı olarak görülen anlayışların dışlanması gerektiği yönündeki bir ideolojik tartışmanın ve planın gereğiyse diğer nedeni de, modernist sürece ait sanat yazarı ve eleştirmenin koltuğuna artık çok daha farklı niyetlere, olanaklara sahip, arkasındaki sanat dışı siyasi güç tarafından çok daha yetkilendirilmiş görünen yeni tip küreselleşmeci küratörün oturtulmuş olmasıdır.
Eğer eleştiriyi sanat yapıtının düşünsel olarak incelenmesi, kavranması, gerektiğinde sorgulanıp yargılanması ve yapılanın yeniden dönüştürülmesi olarak algılarsak kavramın bu noktada yeniden gözden geçirilmesi, hatta yeni bir içerikle anlamlandırılması gerektiği kanısındayım. Bunu da öncelikle bu işle ilgilenenlerin yapmaları gerektiğini düşünüyorum.
Bütün dünyada 1990’lı yıllardan itibaren birçok alanla birlikte sanatta da bir dizi kaymalar gerçekleşti. Bazı kavramlar kökten yer değiştirdi ya da gerek anlamsal gerekse işlevsel olarak yeni pozisyonlara taşındı. Örneğin yapıt ‘iş’e, sanat güncel sanat’a dönüştürülürken sanatçı da bir tür işçiye indirgendi. Yine geçmişte adı ‘eleştirmen’ olan bazı kimlikler -yer yer yazı yazmayı sürdürseler bile- pozisyonlarını ‘küratör’lük üzerinden yeniden konumlandırdılar. Bu kimlikler artık kendilerine ‘eleştirmen’lik yerine ‘küratör’lük tanımlanmasını daha uygun buluyorlar. Kendileri öyle bulmasalar bile kanımca bu kimliklerin artık eleştirmen olarak adlandırılması mümkün görünmemektedir. Çünkü artık bağımsızlığını ve özgürlüğünü kaybetmişlerdir. Eski eleştirmen yeni küratör artık kendisini daha baştan ‘angaje’ ederek bir dış siyasi/ideolojik güç adına -kendi adına bile değil- bir tür sanat ya da sergi yapımcılığına, tasarımcılığa soyunmuş; bu yönüyle de hem bir eleştirmende olması gereken bağımsız tutumu terk etmiş, hem de bunu kabul eden sanatçı kimliğinin belirleyici parçası haline gelerek o noktada kendisine daha farklı bir iktidar misyonu yüklemiştir. Yani bağımsız yaratıcı eleştirmen gitmiş, onun yerine sanat dışı bir üst ekonomik, ideolojik güce ‘angaje’ yapımcı küratör gelmiştir. Eleştirinin yerini ise bu angaje yapımcının referans olarak kullanmayı düşündüğü dekupe edilmiş sahte ‘metin’ ‘konsept’ almıştır. Özellikle güncel sanatta kavram ya da konsept olarak adlandırılan ön anlam ve sözüm ona sanatsal niyet artık tümüyle küratörün muhayyel varlığından çıkmaktadır ki bu esas olarak sanat adına da insanlık adına da trajik bir durumdur. Eleştirmen ise ne yazık ki henüz aslında neler oluyor olduğu üzerine yeterince düşünmemektedir bile. Olanların farkında mıdır emin değilim. Fakat işin ilginci aslında durum sadece bizde değil bütün dünyada da böyledir.
Kişisel olarak ben böyle bir durumda, zaten çok az sayıda kimliğin uğraştığı bir özel alan olan ‘eleştiri’den memnun olup olmamaktan daha çok sanatçının ve sanat ortamının entelektüel uyanıklığından ve birikiminden söz edilmesi yanlısıyım. Eğer illa da eleştiri diyorsak o zaman da artık bir yapımcıya dönüşen küratörü de eleştiriye tabi tutan yeni bir eleştiriden söz edilmelidir. Öyle ya sergiyi yapan, hatta sergideki ‘iş’i işçi (yeni sanatçı) çalıştırarak oluşturan küratörse eleştirmenin de doğrudan işçiyi değil belirleyici patron olan küratörü irdelemesi gerekmiyor mu? Dünyayı bilemem ama Türkiye’de öyle bir eleştirmen var mı yok mu; kanımca kritik nokta burası… Kaldı ki sanat ortamında kaç eleştirmenimiz ya da sanat yazarımız var ki? Sanırım bir elin parmak sayısını ya geçer ya geçmez. Sürekli bu işi yapanlardan isim isim söz edelim: Kaya Özsezgin, Mehmet Ergüven, Ahu Antmen, Abdulkadir Günyaz, Levent Çalıkoğlu, Ali Akay, Ümit Gezgin, Beral Madra. Buradan Levent Çalıkoğlu, Ali Akay ve Beral Madra’yı artık küratörlüğü tercih ettikleri ve bağımsızlıklarını gönüllü olarak bıraktıkları için listeden çıkaralım. Geriye kalanlar arasından illa da ‘en iyisi’ni seçmek bir şey ifade eder mi etmez mi doğrusu ya anlamıyorum ve doğru da bulmuyorum. Eğer sanat alanıyla ilgili magazinsel, sansasyonel bir niyet taşıyor olsaydık cevap vermek kolay ve eğlenceli olabilirdi ama entelektüel ve düşünsel olarak bunun böyle ele alınmasını, illa da bir tercih yapılmasını faydalı da, haklı da bulmuyorum açıkçası. Birçok sanatçının bir diğeri için “o da sanatçı mı canım?” deyip konuyu dedikodu ve kıskançlık düzeyinde tutup karşılıklı düşünsel alışverişi daha baştan yok ettiği bir yerde “hadi canım Türkiye’de eleştirmen mi var sanki?” de denilebilir ama doğru da olmaz, gerçekçi de. Yukarıdaki isimlerden birisi de çıkıp aynı dar inkarcı kolaycılıkla “ hadi canım Türkiye’de sanatçı mı var?” dese neyi, neresinden tutmuş olabiliriz ki?

2- ….


KEMAL İSKENDER (Sanatçı, Akademisyen)

1- Değilim. Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol, diye bir söz var yani sanat eleştirmenleri de ya düşündükleri gibi olsunlar ya da oldukları gibi düşünsünler. Clement Greenberg, Edward Lucie Smith gibi sanat eleştirmenleri yazdıklarıyla akımlar yaratmıştır ancak Türkiye’de böyle bir şey yok. Yazdığı şeylerin arkasında durabilecek, korkmayacak, sürü kültürünün dışına çıkabilecek, birey olan sanat eleştirmenleri gerekir.
2- Mehmet Ergüven


GENCO GÜLAN (Sanatçı)

1- Büyük harflerle; HAYIR. Türkiye'de sanat eleştirisi yok diyerek kesip atmıyorum ama faaliyetin çoğunlukla bir PR kampanyası olarak icra ediliyor olduğunu en başta yazmak gerekli. Yazarların büyük bir kısmı artık sergi yapımcısı ya da danışman payesiyle dolaşıyorlar. Gerçek anlamda özerklikleri yok. Maaş aldıkları kurum ya da kurum sanatçıları hakkında methiye dışında bir şey yazmaları mümkün değil. Gerçek bir eleştiri kültürü olmayan yerde doğal olarak da tartışma ortamı yok. Bu çok ciddi bir problem. Diğer bir yandan bağımsız sayılabilecek sanat yazarları da yazdıklarını yayınlayacak yayın bulamamaktan şikayetçiler. Yazarlar zaten yayınlanan yazıdan ya para alamıyorlar ya da çok düşük telif ücreti ile çalışıyorlar. Dolayısı ile bulundukları konumu tehlike altına sokacak her hangi bir yerleşik kurumu, kişiyi eleştirme gibi bir lüksleri kesinlikle yok. Medya kartellerinin, akrabalık ilişkileriyle sıklaşan safları, aslında içindekileri hapsediyor. Yine benim de sık, sık karşılaştığım sansür, sektördeki geri kalmışlığın en önemli nedeni. Evet, sektörde iki elin parmakları kadar iyi niyetli yazarlar bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Fakat üretimleri gazete ve dergileri aşıp derin tartışmalara ya da referans kitaplara dönüşmüyor. Koleksiyonerler, hayatta olmayan ressamların tartışmalı tablolarını -güya- aklamak için yayın yapıyorlar. Kalın sergi katalogları birer spekülasyon şaheseri. Sonuçta şahsen öğrencilerime ya da yurt dışından soranlara önerecek doğru dürüst sanat kitabı bulamıyorum. Bu gün hala sıkça danıştığım, çalıştığım, beğendiğim sanat yazarları var. İsimlerini de burada saymam gerekli; Marcus Graf, Zeynep Yasa Yaman, Ayşegül Sönmez, Evrim Altuğ, Göknur Gürcan Arat ve Barış Acar. Sanatçılarda artık sanat konusunda ilginç ve önemli şeyler yazıyorlar, örneğin; Nancy Atakan, Ferhat Özgür, Burhan Kum, Gülsen Bal. AICA Türkiye sanatçı yazarları da bünyesine dahil etmeli. Bunları yazarken fark ediyorum ki sanatın değişmesi gibi sanat eleştirmenliği kurumu da değişmiş. Her ne forma dönüşürse dönüşsün eleştiri devam etmeli ve tartışma mutlaka sürmeli.

2- Rahmetli Nilgün Özayten tanıdığım en iyi sanat eleştirmeniydi.


YAVUZ TANYELİ (Sanatçı)

1- Değilim çünkü yapıtlar üzerine eleştiri yapılmaktansa serginin tamamı ele alınıyor. Sanatçının hayatı, dünya görüşü vb. konular eleştiri yazılarında ağır basıyor ama yapıtlar ayrıntılarıyla analiz edilemiyor. Ele alınan sergileri toplu eleştirme sitilinde bir sorun görüyorum.
2- Levent Çalıkoğlu


DENİZ AYGÜN (Sanatçı)

1-Hayır, sanat eleştirisi çok az. Var bile sayılamaz.
2- Beral Madra


ERTUĞRUL ATEŞ (Sanatçı)

1- Memnun değilim çünkü hem kurumsallaşmış bir yapı yok hem de onlar samimi olsalar da inandırıcılığı tartışılacak bir sonuç var ortada.
2- Hasan Bülent Kahraman


MUSTAFA ATA (Sanatçı)

1- Eleştirinin kurumsallaşması gerekiyor ama çok zor. Eleştiri yaparak yaşayan insanlar yok maalesef. İnsanlar bunu ya gerçekten sevdikleri için ya da hobi olarak yapıyorlar ama onların yaşamlarını sürdürmeleri de gerekiyor. Eleştiri yaparak ülkemizde yaşamak çok güç bu nedenle eleştirinin bizim istediğimiz düzeyde gelişmesi de mümkün olmuyor.
2- Canan Beykal


NEŞE ERDOK (Sanatçı)

1, 2 – Bu tarz sorulara yanıt vermiyorum.


İSMET DOĞAN (Sanatçı)

1- Ciddi anlamda sanat eleştirmeni yok. Postmodern düşünceden hareket ederek eleştirinin öldüğü fikrine yaslanan insanlar sanat eleştirisinin oluşmasına engel oluyor. Guardian’ın ya da Le Monde’un sanat sayfasına baktığımda en az yarım sayfa açık ve akademik olmayan ama entelektüel ve ironik olan bir eleştiri yazısı ile karşılaşıyorum ve bu bir gelenek olarak yıllardır böyle süregeliyor. Örneğin Damien Hirst’i 10 yıldır tartışıyorlar.
2- Modern anlamda Ahu Antmen


ÖZGÜR KORKMAZGİL (Sanatçı)

1- Bu konuda hiçbir sanatçının memnunluk duyduğunu düşünmüyorum.
2- Levent Çalıkoğlu


YAHŞİ BARAZ (Galerici)

1- 1850’lerden beri resim yapılıyor ama sanat eleştirisi 1933’de D Grubu ile başlıyor. Bu süreç 70’lere kadar çok zayıf ilerliyor ancak bu dönemle birlikte Sezer Tansuğ bir dönüm noktası olarak öne çıkıyor. Kendisi sergiler hakkında yazı yazdığı zaman büyük bir gerilim yaratırdı, o sergilerin gündeme taşınmasını sağlardı. Yazılarını beğenenler ve beğenmeyenler ikiye ayrılmıştı. Türkiye’de sanat eleştirisinin en büyük eksikliği bu alanda entelektüel ve kuramsal boşluğun olmasıdır. Sanat yazarlarının en önemli özelliği sanatçı tanıtmaktır. Biz sadece galericiler olarak sanatçıları öne çıkarttık ama güven veren bir konumda değildik ve dahası galericiler sanatçıları yorumlayacak bir altyapıya sahip değildi ancak sanat yazarları bunları belirginleştirebilirdi. Biz galericiler olarak sanat yazarlarına çok şey öğrettik ama onlardan henüz bir şey öğrenemedik. Açıkçası bu bir süreç. 21. yüzyılda iyi sanat yazarları çıkacak diye düşünüyorum. Sanat yazarlarından galerici ve sanatçılar korkmalı ama günümüzde böyle birisi yok. Düşünün 70 milyonluk bir toplumda 10 / 15 sanat yazarı var.

2- Levent Çalıkoğlu


ASLIMAY ALTAY (Sanatçı)

1- Sanat eleştirisi tabii ki çok ve çesitli dallarda yapılıyor heryerde olduğu gibi Türkiye`de de.. Plastik sanatlara bakınca, kitap gibi daha popüler alanların eleştiri çeşitliliğini ve kalitesini maalesef bu alanda gördüğümü söyleyemeyeceğim.. Gerçekleştirilen çok sayıda sanat olayının başında yer alan eleştirilerin maalesef bizzat gerçekleştiricilerinin içinden birileri veya o cenaha yakın duranlar tarafından yapıldığını, bunun doğal sonucu olarak da eleştirinin genellikle övgü havasında olduğunu görüyorum.. Herhangi bir sanat etkinliği veya bir sergi üzerine sahiden bağımsız bir gözle ve gerçekten gezildikten sonra samimiyetle yazılmış eleştiriler maalesef azınlıkta.. Eleştirmenlerin gerçekleştirilen şeylerin aslını ne kadar yakından izlediklerini merak ediyorum, çünkü çok azının sergi gezdiğine şahit oldum.. Galiba en çok ilgilenilen nokta ne yapıldığı değil; ne adına yapıldığı..

2- Eleştiri alanında yaptığım tüm bu küçük eleştirinin ardından sergi gezdiğine şahit olduğum, yazdıklarını okuduğumda doğru bir imbikten geçirilmiş olduğunu düşündüğüm ve objektif bulduğum isim Ahu Antmen olacak.


HALDUN DOSTOĞLU (Galerici)

1- Türkiye’de genel olarak sanat eleştirisi dili ne yazık ki çok yetkinleşememiştir. Edebiyat, tiyatro, müzik, opera, plastik sanatlar vs aklınıza gelen tüm alanlarda eleştiri dili derinleşememiş, zenginleşememiştir. Belki de Türkçenin eleştiriye, felsefeye yatkın bir dil olmaması da bunda rol almış olabilir. Tüm bu alanlarda eleştiri kendi terminolojisini Batı’dan ithal ederek geliştirmeye çalışmaktadır.

2- Her dönemin öne çıkan eleştirmenleri, sanat tarihçileri olmuştur. Ama galiba Mazhar İpşiroğlu’nun en öne çıkan isim olduğu konusunda herkes hemfikirdir.


YUSUF TAKTAK (Sanatçı)

1- Türkiye’de sanat eleştirisinin olup olmadığı sorunu neredeyse başlangıcından bu yana gündemde olmuştur. Sanatın “Batı sanatı”nda olduğu gibi yapılanması sanatçıların isteğiydi; sanatçı-eleştirmen-müze-galeri-koleksiyoncu... Türk sanatçısı kendi varlığı dışındakileri hep yetersiz gördü. Kimi zaman eleştirmenliğe soyundu, müze müdürlüğü yaptı hatta galeri sahibi bile oldular. Konu eleştirmenlik ise, bu konuda kestirmeden kısaca belirtmek zor. Örneğin, Akademi öğrenciliğim sırasında ressamlar birbirlerine dönüşümlü olarak eleştiri yazısı (-övgü- demek daha doğru) yazarlardı. Mezuniyet sonrası çevrede bir Sezer Tansuğ rüzgarı esiyordu. Sağlığında kendisiyle yaptığım görüşmede belirttiği bir şey vardı: “Eleştirmen, ancak birbiriyle uyumlu sanatçıların birlikte ortaya çıkardıkları kişi olmalıdır.” Bir eleştirmenin önüne gelen sergiyle ya da sanatçıyla ilgili yazmasının doğru olmadığını belirtmişti. Nitekim, çevresindeki bir sanatçı grubunu ön plana çıkardı ve sadece onların işlerini ısrarlı biçimde övdü. Doğal olarak beğenisi dışındakileri kötüledi. Sanat Tarihi yazmaya kalkışınca da nesnel olamadığı ortaya çıktı.

2- Eleştirmenlikle ilgili, Türkiye’deki en iyi eleştirmenin kim olduğuyla ilgili, tüm yaşadıklarımı düşündüğümde, bir yanıt veremiyorum. Çünkü, karşımda küratörlük, sanat yazarlığı, sanat tarihçiliği, galericilik, müzecilik, ... gibi kavramlar duruyor, tümü de birbirine karışmış durumda. Sorularınız karşısında kaotik bir ortam sergilediğim ve kötümserliğim için bağışlayın, az önce İstanbul Çağdaş Sanat Fuarı’ndan geldim!...


ŞAHİN PAKSOY (Sanatçı)

1- Bu, yıllardır sancısını duyduğum bir konu, çünkü resmi ne galerici, ne alıcı, ne de yazar biliyor. Sanat, bir başka kültürün uzantısında üretilmek zorunda değil ama bu konuda yaygın bir dayatma var. Eleştirmenlerse yazdıkları yazılarla bu sistemi sürekli yeniden üretiyorlar. Bazı eleştirmenlerin yazdıklarını okumak için tercüman gerekiyor. Toplumun bu yazıları anlaması gerekiyor ama onlar gerekmediğini düşünüyorsa toplumun sanata ilgi duyması için 300 yıl daha beklemek gerekecek. Eleştiri alanında büyük bir boşluk var, eleştiriden ziyade yazılarda edebiyat yapılıyor.

2- Ahu Antmen


BURHAN KUM (Sanatçı)

1- Türkiye'de basının bağımsız olmadığı, -zaten iki, üç orta tirajlı dışında yüksek tirajlı gazetelerin sanat sayfası bile yok!- medya ve finans gruplarına ait olmayan sanat dergilerinin de galericiler tarafından finanse edildiği göz önüne alındığında, sağlıklı bir sanat eleştirisi beklemek hayalcilik olur. Eleştiri, bir yapıtın ya da sanatçının, karşılaştırmalı bir biçimde, tarihsel ve mekansal olarak artı-eksileriyle ve kuramsal bağlamda çözümlenip tartışılmasıdır (Bunu yapabilen bir kişi olarak Avusturalyalı Robert Hughes'i örnek verebilirim). Ne zaman ki bir yayın organı sayfalarını, kendi desteklediği bir sanatçının tanıtılmasına değil de tartışılmasına açarsa o zaman bu alanda olumlu bir adım atılmış olacaktır.
2- Ali Şimşek


ÖVGÜ ARDA (Galerici)

1- Memnun değilim, hatta sanatçılardan daha iyi eleştirmenler çıktığını düşünüyorum.
2- Levent Çalıkoğlu


ADNAN YILDIZ (Küratör)

1- Türkiye'de sanat pratiği çerçevesinde kurumsal ya da analitik düzeyde eleştiri üretilemiyor, bunun başlıca nedeni küçük sanat toplumunun kendi varlığını tekrar tekrar üretmek için hazırladığı basın bültenlerini sınırlı medyanın dar yüzölçümlerinde tekrar tekrar çoğaltması. Kamusal bir tartışmanın çalışması için kişiselleşen noktaların nötr zeminlerde buluşması gerekir, ki bu şu anda zor gözüküyor. Mevcut durumda sanat pratiği feodal kültürün getirdiği "abici-ablacı" ilişkilerle küçük-burjuvalaşma amacı güden "etkinlik" modeline sıkışmış durumda.
2- Perihan Mağden yazmaya başlasa, onun direk ve kişisel dili herkese iyi gelirdi.


ERGİN İNAN (Sanatçı)

1- Türkiye’de sanat eleştirisinin son zamanlarda hareketlendiği ve çoğaldığı bir gerçek. Birçok eleştirmen ortaya çıkmaya başladı, özellikle gençlerde umut görüyorum.
2- Ferit Edgü


ŞENOL YOROZLU ( Sanatçı)

1- Memnun değilim çünkü bu alanda futbol takımlarını tutmakla aynı mantık yani bir “takım muhabbeti” var. Sürekli bir takım sanat kitapları hazırlanıyor ama görülmeyen, atlanan şeyler var. Hayatımız hep yanlış düzeltmekle geçiyor, bunların yanlışlarını da düzelteceğiz. İstanbul’da yeni kazıların yapılması ve orada çıkan sonuçlarla nasıl İstanbul’un tarihi yeniden yazılması gerekiyorsa Türkiye’de sanat tarihinin de tarihi yeniden yazılmalı.
2- Ölmüşlerden Sezer Tansuğ idi, yaşayanlardan Ayşegül Sönmez


CEM ALTINEL (Koleksiyoner)

1- Memnun değilim. Sezer Tansuğ’un yerini dolduracak bir sanat eleştirmeni henüz çıkmadı. Sanat eleştirmeni, sanat tarihçisi, küratör gibi tüm uzmanlıkların birbirinin içine girdiği piyasada her şey olumlanıyor. Ben buna “bön pozitivizmi” diyorum yani her şeyin iyi olduğunu düşünme mantığı; eleştirinin yokluğu.
2- Ahmet Oktay


ONAY AKBAŞ (Sanatçı)

1- Türkiye’de çağdaş sanatın dinamizmi ve derinliği ne kadarsa eleştirisi de o kadar olduğunu düşünüyorum. Sanatçı çıkarları ile kurumların çıkarları çok fazla içiçe girdiği için bir “kirlilik” olduğu kesin. Sanat tarihçisi ile sanat eleştirmeni, küratör ile sanat eleştirmeni kimlikleri birbirine karışmış durumda. Bunun doğru bir şey olduğu konusunda şüphelerim var. Pierre Restany, çağdaş sanat eleştiresi ve sanat kuramları konusunda çok yetkin biriydi, kendisi benim tanıdığım en iyi eleştirmenlerin son temsilcilerindendi. Bu boyutta bir sanat eleştirisinin Türkiye’de olup olmadığı konusunda emin değilim.

2- Yurtdışında yaşayan bir sanatçı olarak sanat eleştirisini ancak internet üzerinden ve gazetelerde görünürlüğü olanları takip ederek yapabiliyorum. Bu açıdan vereceğim cevap hiçbir zaman “gerçek bir en iyi”yi göstermeyecek ve genç eleştirmen arkadaşlara da haksızlık olacak ama illa bir isim vermek gerekirse sanatta demokrasi olmadığının bilincinde biri olarak diğerlerinin yanında Ayşegül Sönmez ile Ahu Antmen’i beğenerek okuyorum.


LEBRİZ RONA (Sanatçı)

1- Hayır..
2- Bilmiyorum..


YUNUS TONKUŞ ( Sanatçı)

1- Türkiye’de sanat eleştirilmiyor ki! Eleştirmen sanatçıyla birlikte yol katetemeli ve herşeyden önce onun bir tavrı olmalı.
2- Ahu Antmen


ÇELENK BAFRA (Küratör)

1- Memnun olmanın mümkün olduğunu sanmıyorum. Öncelikle nicelik açısından,sanat eleştirmeni sayısı ve sanat eleştirisine yer veren yayınlarınçeşitliliği oldukça sınırlı ve kısır bir duruma işaret ediyor. Eleştirilerinniteliğine gelince maalesef oldukça çalakalem, ödevini yapmamış eleştirilerokumak durumunda kalıyoruz. Özellikle güncel sanat söz konusuysa nitelik venicelik daha da sınırlı kalıyor. Ayrıca güncel sanat ortamında eleştirilerinağırlıklı olarak içerik değil kişiler üzerinden yapıldığını da üzülerekgörüyorum. İlişkiler ağı, güç dengeleri ve gruplaşmalar eleştirmenleri deetkiliyor ve çoğu zaman eleştiri sanat eleştirisi değil de kişi veya kurumunkimliği üzerinden yapılıyor. Yine de umutsuz hiç değilim, çünkü özellikleyeni eleştirmenler ve yayınlar bu konuda umudumu haklı çıkarıyor. Son onyılda sanat profesyonelleri, sanatsal üretim, pazar ve kurumlarda büyükgelişme yaşıyoruz, buna paralel olarak sanat eleştirisinin geç de olsaonlarla aynı seviyeye geleceğine inanıyorum.
2- Ben özellikle Evrim Altuğ'u takip etmeye çalışıyorum, eleştirilerindediplomatik olmaya çalışmadığı ve adeta takıntılı bir şekilde (bu sıfatıolumlu anlamda kullanıyorum) ve disiplin ile, yapacağı eleştiri veya röportajkonusuyla ilgili önceden araştırma yaptığı için. Bunun dışında proje ve konuları cesur, sıradışı ve siyasal bir bakış açısıyla değerlendirebildiği için Erden Kosova'yı da iyi buluyorum.


DOĞAN PAKSOY (Sanatçı, Galerici, Gençsanat Dergisi Genel Yayın Yönetmeni)

1- Ülkemizde sanat eleştirmenlerine yeteri kadar değer verilmediğini düşünüyorum. Herkes Türkiye'de sanat eleştirmeni olmadığını söylüyor. Oysa onlara gereken değeri verip kendilerini var etmelerine özen göstermeliyiz. “Türkiye'de sanat eleştirmeni yetişmiyor” eleştirisine ben hiç inanmıyorum. Gerekli destek verildikten sonra nitelikli eleştirinin doğallığından ortaya çıkacağını düşünüyorum.

2- Konumum itibarıyla aralarında bir ayrım yapmam doğru olmaz. Sayıları o kadar çok ki bir daha düşünseniz hepsini göreceksiniz.


BURCU PERÇİN (Sanatçı)

1- Türkiye’de dünya ve çağdaşlık bağlamında yeterince ve etkili sanat tarihçileri, sanat felsefecileri, sanat sosyologları ve estetikçiler yetişmiyor. Eleştirmenlerin ve eleştiri mekanizmalarının çok az oluşu ve bu mekanizmaların bazı güç odaklarının etkisinde kalması Türk sanatının gelişmesini engelleyen etkenlerden biri. Basın yayın dünyasında, plastik sanatlar dalında uzman kimselerin az ve yetersiz olduğunu düşünüyorum.

2- Ahmet Soysal


HANDAN BÖRÜTEÇENE (Sanatçı)

1- Bir "şey"den memnun olup olmamak için ilk önce o "şey"in gerçekten sürekli var olması gerekir. O nedenle ne memnunum ne de memnun değilim. Eleştiri başlı başına "faydalı bir eser"dir ama bizde yok denecek kadar azdır. Çoğunlukla basılı ve görsel medyada eleştiri yazıları yerine sergi tanıtım yazıları okuruz ve izleriz. Bunlarsa ya övgü ya da yergi yazılarıdır; eleştiri yazıları değillerdir. Çok nadir olarak gerçek eleştiri yazıları yazılıyor.
Sahici bir eleştirmen olmak, yapıtı / yapıtlar bütününü ve sanatçıyı inceden inceye okuyabilmekten geçiyor. Eleştirmenin bu okumayı yapabilmesi için de aklını, algısını, bilgisini ve sezgisini "hız"ın çarkında ezilmesine fırsat vermeden yapması gerekiyor...
Hatta bırakın gerçek eleştiri yazılarını, sergi tanıtım yazılarında bile olaylar şöyle gelişiyor, örneğin; gazete ya da dergilerin yayına çıkacakları saat, gün hep belli olduğundan o son saniyeye kadar hep bir acele/hız gerekir(!) ve illaki o ayın sergileri üzerine "bir şeyler" yazılmalıdır… her şey acele ile olur! ama acele / hız ile yazılmış o yazılar ya hatalıdır, eksiktir, muhakkak bazı "sorunları" vardır... yazar ise kendini şöyle savunur: "o kadar sıkışıktık ki..." !!! Oysa zaman hiç affedici değildir! o yazının üzerinden on yıl geçer, bir gün bir bakmışsınız ki birileri bir araştırma yapmaya başlamış ve arşivlerden o yalan yanlış, eksik töksük yazıları "gerçek" belgeler olarak bulmuş ve kullanmış ... üstelik sözler gibi sergiler de uçmuş yalnızca yazılar kalmıştır... neyi nasıl düzelteceksiniz o dakikadan sonra!? Bunun nasıl bir facia olduğunu yalnızca başına gelenler bilir. Eleştiri alanında gözlemlediğim İlginç (!) bir eksikliliği de gündeme getirmek isterim; herhangi bir sanatçı için o sırada sergisi yoksa, o sanatçı ve yapıtları üzerine hangimiz kaç kere gerçek bir eleştiri metni yazılmıştır ki okumuş olalım bu ülkede? Ya da bu ülkede yapılmış önemli sergiler, hareketler ve kurumlar üzerine ? Hep şu anla ilgiliyiz, sergiler, hareketler bitince hooooop unutulmuşlar kutusuna gönderiyoruz her şeyi ... Oysa bu tavır "değer" oluşturmada eksik alan yaratmaktan başka hiç bir işe yaramıyor. Kendi kendimizi eksiltiyoruz hem de eksik değilken. Bütün bunlarla birlikte belki de Batı ülkelerinde olduğu gibi "kemikleşmiş" bir eleştiri kurumunun olmaması sanatçıları ve kurumları sonsuz özgür(! ) kılmıştır... neden olmasın ?

2- …


BURAK DELİER (Sanatçı)

1- Sanat alanında eleştiri diye bir şeyden bahsetmek mümkün değil. Hangi dergide ya da gazetede derinlikli 4000-5000 kelimeyi geçen kuramsal, sosyal, siyasi, tarihsel bağlamları ortaya koyarak yapıtı anlamaya çalışan bir yazı okudunuz? Ben rastlamadım. Dolayısıyla üzerinde konuşmaya değer de değil. Bizde genelde eleştiri anlamaya çalışmadan, hiçbir argümantasyon yapmadan sadece yargılamak için yazılıyor. Bunun da hiçbir değeri yok. Herkes tarafını seçmiş, siperlerin ardından kör, sağır, topal ateş ediyor. Yazmaya, meseleyi ortaya koymaya çalışan birkaç kişi de bu arada duyulmuyor elbette. Geçen sene 10. Bienal'in başına gelenleri düşünün, bunun üzerine konuşmaya, anmaya bile değmez...
2- En iyisi, -eğer yazsaydı- Nobel ödülü de olduğu için herhalde Orhan Pamuk olurdu. Bilindiği üzere o da bizim alanı erken yaşta terk etmiş, sanatçı içgüdüsü!


İRFAN OKAN (Sanatçı)

1- Türkiye'de sanat eleştirisi yok ki..
2- Rahmetli Sezer Tansuğ idi. Şu anda sanat eleştirisinin olmadığını düşündüğüm için kimseyi iyi bulmuyorum.



SONUÇLAR:
1-Ahu Antmen 11
2-Levent Çalıkoğlu 5
3-Ayşegül Sönmez 3
4-Beral Madra, Ahmet Soysal, Mehmet Ergüven, Hasan Bülent Kahraman, Erden Kosova, Canan Beykal, Ali Şimşek, Ferit Edgü, Ahmet Oktay, Evrim Altuğ, (Nilgün Özayten, Sezer Tansuğ, Mazhar İpşiroğlu) 1

*Bu araştırma Kasım 2008 Gençsanat Dergisi'nde yayınlanmıştır.

Monday 3 November 2008

Her Şey Bir Önyargıdan İbaret

Sanat eleştirisi nasıl yapılıyor Türkiye'de? Bunu için arşiv taraması yaparken Ahu Antmen'nin bu "serzeniş"i bana çok anlamlı göründü. Radikal: 31.10.2007


"Santralistanbul'da gerçekleştirilen 'Modern ve Ötesi' sergisiyle ilgili 'Özel kabukta devlet koleksiyonu' başlıklı yazımın gerçeğe tekabül eden bir saptama değil, bir önyargı olduğunu belirten Fulya Erdemci'nin açıklamaları (Radikal, 26.10.2007), Türkiye'de eleştirinin algılanışına ilişkin birkaç söz söylememe vesile olacak! Erdemci'nin önyargılı olduğumu söyleyerek, kamusal alanı (yani bu gazete sayfasını) adil olmayan bir şekilde kullandığımı ima etmesini, bağımsız eleştirmen kimliğime yönelik bir saldırı olarak algılıyorum. Sergilere salt reklam katkısı yapan basın bülteninden hallice bir yaklaşımın ötesine geçmek arzumu, ayrıca öznel görüşlerimi nesnel verilere dayandırmak çabamı ise, okurların takdirine bırakıyorum. Yazı yazarken insana bıkkınlık getiren bir durum var ülkemizde: Bir sergiyi olumlu yazarsanız sizden iyisi yoktur;

olumsuz yazarsanız 'mutlaka başka, kişisel bir nedeni vardır."

Friday 31 October 2008

SERZENİŞ

Her sorunun ardından cevabı verirken bilmediğimi ne kadar öğreniyorsam, her sorunun ardından cevabı dinlerken de, her tartışmadan sonra ve hatta her tartışma esnasında, her yazıyı okurken, her beyni okurken, her geçen gün, hep ve daima, bilmeyenlerin ne kadar da bilmediğini öğreniyorum. Okumamakla övünenlere karşı okumakla övünen güruh ne kadar okuyor deyip duruyorum kendime. Medeni cesaretim arttıkça burnumu soktuğum her ortamda, hep ve yine daima, birilerini, bir şeyleri meğerse “gözümde büyütmüş” olduğumu kavrıyorum. Ben çok şey bilmiyorum! Ben hiçbir şey bilmiyorum! Ama bilmemekten daha bilmemek varmış. Bilmemekler hiyerarşik nizamda saygı duruşuna geçmişler! Aval aval bakanlar, zât-ı muhteremlerin kendileriymişşş…
Bir arkadaşım gözlerinden alevler fışkırarak -mesela- Deleuze üzerine yaza/maya/n birini oku/ya/madıkları için Deleuze’den nefret edenler topluluğundan bahsetmişti! – Hayır hayır, Avustralyalıydı bu arkadaşım! /// Bilgi global bişiy di mi muhterem? Evet cicim!–
Dipnotlarla kendini varedenlerden nefret etmiyorum artık! En azından sayfa numarası veriyorlar..

Wednesday 29 October 2008

ESTETIGİ GERI CAGIRMAK

Asagida alintiladigin sozkonusu nefis makalede ve daha oncesinde Adorno’nun metinlerinde ele alinan sanat ile siyaset ve toplumsal meseleler arasindaki bu mesafeyi tekrar hatirlattigin icin tesekkurler Ayse.
Benim buna paralel olarak onemsedigim bir konu var. 2006 yilinda -master tezimi yazareken- su dusunceye uyanmistim: Dusunce ve mesajin one cikarak sanatta estetigin buyuk olcude geri plana itildigi guncel sanat ortaminda estetigi geri cagirmak, onu yeniden sorunsallastirmak gerekiyor. Evet bunu dusunmek gerekiyor. Belkide dislanan, yok sayilan, luzumsuz gorulen estetik, bugun bir karsi durus metaforunun ta kendisi olabilir.

Tuesday 28 October 2008

the politics of aesthetics

Sanat toplumsal ve siyasi meselelerle ilgili mesajlar ve duygular ileterek siyasi olmaz. Toplumsal yapıları, çatışmaları ya da kimlikleri yansıtma biçimiyle de siyasi olmaz. Tam da bu işlevlere aldığı mesafe yoluyla siyasi olur. Sadece eserleri ya da anıtları değil, belirli bir mekan-zaman sensoryumunu şekillendirdiği ölçüde siyasi olur; çünkü bu sensorsuyum, birlikte ve ayrı, içerde ve dışarda, önde ve ortada vs. olma biçimlerini tanımlar. (Rancière, Sanat ve Siyaset kitabından Elçin Gen çevirisi)

İngilizce meali:

Art is itself about politics not “because of its messages and sentiments, which transmits to the order of the world. Not even because of the way it represents the structures of the society, the conflicts or identities of the social groups. It is political for the distance it takes from her functions, from the type of time and space it institutes, for the way it parceling out the time and people the space” (Rancière, Malaise dans L’esthètique, 2004)

Monday 27 October 2008

Baskı ile Susturulan Eleştiri Yapabilir mi?

T.C. Diyarbakır 1. Sulh Ceza Mahkemesi 20.10.2008 tarih ve 2008/2761 sayılı kararı gereği bu siteye erişim engellenmiştir.

Access to this web site has been suspended in accordance with decision no: 2008/2761 of T.R. Diyarbakır 1st Criminal Court of Peace.


Susturulan
Tam dili çözülürken dili koparılan
Sesi kısılan
Ezberlediğini söylemezse cezalandırılan
Farklı olduğunu iddia ederse dışlanan
Farklı olduğunu ifade edeceğim derken dışlayan
Fikrimi söyleyeyim derken (aslında onu) ezberlediğini unutan
Tekrar eden, tekrar etmezse kurunun yanında yaş
- olanın
Düşünce üretebilmesi, eleştiri yapabilmesi ve yeniyi ortaya koyabilmesi
Nasıl “güdük” kalacaksa
Türkiye’de sanat da dahil olmak üzere herhangi bir konu ile ilgili derdini ifade edememenin yarattığı
Madunluk ile
Devletin ideolojisine ve denetim mekanizmalarına
Tabi olmak
‘Biz’i kaçış çizgilerine iterek
Kendi yolumuzu bulmaya itiyor.
Devletin “ihtisaslaşamamış” denetim mekanizmalarının sansürlediği “hak”ları koruyabilmemiz ve ifade yollarımızı hür kılabilmemiz için
Kendi kaçış çizgilerimizi yaratmamız ve sapmalar oluşturmamız
Politik bir tavır olarak gündelik hayatta sürdüreceğimiz mücadeleyi zorunlu kılıyor.


Küme’nin blog üzerinden kendini ifade edebilmesi şu anda bilinmeyen bir tarihe kadar www.vtunnel.com adlı site üzerinden yapılmaktadır.

Saturday 25 October 2008

TUHAFLIK

Geçtiğimiz haftalarda Contemporary Art’da, Balkan Naci İslimyeli’nin son işlerinin yer aldığı "Tuhaflıklar Tarihi I" adlı sergiyi görmüştük. Balkan Naci’nin bu son işleri Akademi’den bazı kişilere "bunlar Max Ernst’in 1930’larda yaptığı; 19.yüzyıl oymabaskılarını mukavva üzerine bastığı çalışmalarının aynısı, kopya bunlarrrr" yorumlarini yaptırdı. Bu yorumlara gülmemek elde değil; Balkan Naci, Max Ernst’in sözkonusu işlerini kendisi kadar herkesin bildiğini bilerek bu işleri yaparken eminim bu tarz eleştirilerin ortaya çıkacağını da tahmin etmiş olmalı.

Ernst’in sözü edilen işleriyle Balkan Naci’nin bu son işleri aynı estetiğe sahipken Balkan Naci, Ernst’den farklı olarak tamamen Osmanlı kültürüne gönderme yapan tuhaflıkları ele alıyor. Daha da ötesi bugünün sanatçısının, görsel kaynakları bazen biliçli biçimde geçmişin kültlerinden alarak, onlara göndermeler yaparak, onlara yaslanarak ve hatta onlarla bilinçli özdeşlikler yaratmak isteyerek ortaya koyduğunu ve bilginin kolayca ulaşılabildiği iletişim çağında bunu da saklamak için hiç bir nedeninin olmadığını biliyoruz. Ancak Akademi’den gelen sanatçılar arasında sıkça yapılan bu tarz yorumlar, bana öyle geliyor ki Akademi’nin öteden beri Bati’ya eklemlenme sürecinde izlediği kopyacı ya da dışarıdan -çağdaşlık adına- ithal edici yaklaşımını hala bu sanatçıların zihinlerinde taşıdıklarının ve yansıtma biçiminde dışarıya çıkardıklarının bir göstergesi olabilir. Bir radar tarayıcısı gibi baktıkları şeyleri anlamaktan çok onların kimden çalındığını tespit etme darlığına sıkışmış sanat anlayışları, bu sanatçıların elbette ki günümüz sanat üretimini anlamasına büyük bir engel oluyor.

Friday 24 October 2008

"Yapı Kredi-Hizmette Sınır Yoktur " adlı kısa film senaryosu

Dış Mekan: İstiklal Caddesi.
İç Mekan: Yapı Kredi Kültür Kazım Taşkent Sanat Galerisi: Halil Altındere'nin "Bunun Bir Sergi Olduğundan Emin Değilim" başlıklı sergisi.
Işık: Dış mekanda gün batımı ışığı kullanılır. İç mekan sergi salonu nötr ve kişiliksiz ışıklandırma düzeni
Kişiler: Sanatsever, güvenlik görevlisi, Mine Haydaroğlu

Güzel bir sonbahar akşamıdır. Sanatsever, yurtdışından ziyarete gelmiş arkadaşlarına her yerde dilden düşmeyen canlı ve hareketli İstanbul güncel sanat ortamını göstermeyi istemektedir. Halil Altındere'nin yeni açılan sergisi akla gelir. Açılış nedeniyle Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galerisi'nin önü kalabalıktır. Sanatsever kendinden emin adımlarla ilerler ama galeriye girmek sandığından güç olacaktır...

Güvenlik Görevlisi: Hanımefendi, nereye? Davetiyeniz var mı?
Sanatsever: Ne davetiyesi?
Güvenlik Görevlisi: Davetiyesiz girilmez.
Sanatsever: Beni Halil Altındere davet etti.
Güvenlik Görevlisi: O kim ki?


O sırada Sanat Dünyamız editörü Mine Haydaroğlu belirir (bu sahnede etkiyi artırmak için özel bir ışık ve müzik kullanılabilir) ve der ki: " O bizim yazarımız, bırakın geçsin!"


Yapı Kredi- Hizmette Sınır Yoktur

Wednesday 22 October 2008

SORU?

Postkoloniyel ve post modern tartışmaların ekseninde meşrulaşan bienaller, ana akım dışı sanat ve sanatçılara yer vererek kendini alternatif sergi mekanları olarak kurguladılar. Bu durumda acaba sanat daha kavrayıcı bir nitelik kazanarak Batı’nın yarattığı modernlik kalesinin duvarlarını yıkmayı başardı mı? Yoksa tam tersine, modernite ile ortaya çıkan Batı kanon ve sanatı küreselleşti, oyunu kazandı ve bütün yerel/kültürel farklılıkları saydamlaştırarak aslında bir anlamda Batı’nın kolonizasyonunu tamamlamış mı oldu?

Paragrafta Ana Fikir Bulma Yöntemi !

İlk ve orta öğretim sisteminde ezbere eğitim modeli/tornasından geçen ve kendilerinden eleştiri yapması ya da düşünce üretmesi beklenen bizler, çoktan seçmeli sınavlar ile bize sunulan metinlerde ancak "talep edileni" bulma habitusu ile güdülenmekteyiz.

Yazarın bir metin aracılığı ile vurgulamak istediği unsurun içerdiği çelişkileri ve çokanlamlılığı sorgulayabilmek ve yeni anlamlar türetebilmek ancak yalnızca talep edileni değil, metnin farklı perspektifler ile okunması ile ortaya çıkacak "çoğulluğunun" keşfedilmesi ile mümkün olabilir.
Örneğin, ÖSYM Sınavlarında halen öğrencilere "ana fikir bulma"nın ipuçları aşağıdaki şekilde öğretilmektedir.

* * Ana fikir sorularında ilk önce konu bulunur. Daha sonra yazarın konuya bakış açısı, daha sonra da ana fikir bulunur. Bu yöntem ana fikri bulmanın en güvenli yoludur.

* * Örnek:

Aşağıdaki parçada konuyu, yazarın konuya bakış açısını ve parçanın ana fikrini bulmaya çalışın.

Yazarlığın mizah yanına çok önem verilmeli kanımca. Çünkü bir yazarın yazdıklarını okuyabilmemizi sağlayan en önemli yönü yazdıklarının arasına sıkıştırdığı mizah öğeleridir. Kompozisyonu, kurgusu bir yazının olağan gereklerinden. Yazarların pek azında görülen alaycılık ise yazarın ince ve keskin bir yargılama gücünden kaynaklanır. Eleştiren değil irdeleyen bir mizah... Yazarın öykülerinde romanlarında olayların akışıyla kaynaşmış olan bu irdeleme yöntemi, okuyucunun damağında belli belirsiz bir tat bırakır. Okuyucuyu eserin okuma güçlüğüne karşı işte bu tat bileyler. Bileylenen okuyucu yeni bir istekle esere yönelir.

Konu: Yazarlığın Mizah Yönü

Bakış Açısı: Yazar, yazarlığın mizah yönünü destekçi bir yöntemle ele alıyor. Yani parçada olumlu, ılımlı, destekçi bir bakış açısı var.

Ana fikir: Yazarlar yazılarında mizah unsurlarını eksik etmemelidirler.

Teşekkürler Seda...

Tuesday 21 October 2008

...GÖRMEK...


Açıkcası, Çiğdem'in aşağıya eklediği imaj doğallığından bir eleştiriyi içerisinde barındırıyor. Birincisi sözkonusu nesnelerin atık olmalarından dolayı, ikincisi de onların aynı'nın yanyana geliş terörünü yaratmalarından dolayı. "Onları zorla küme yapıyorum" lafının ise senin değindiğin "nesneler üzerinde iktidar kurmak" ya da onlar üzerinde "hegemonya yaratmak" bağlamında bir okumayla değil aksine Çigdem'in "Küme"ye olan vurgusu ve bu konudaki heyecanı bağlamında anlaşılabileceğini düşünüyorum. Çünkü o cümlede "zorla" kelimesi "Küme" gondermesinin naifliği içerisinde eriyor. Burada olsa olsa sanatçının arzusu ve aslında tutkusu var, sadece nesnelerle değil, "şey"lerle (Küme) kurduğu daha içsel bir bağ. Öte yandan "zorla" kelimesi nesnelerle OYUN oynayan ve hatta onları kişiselleştiren bir tonu da içinde barındırıyor.

Kümeye "Dahil" Edilmek / Olmak / Kalmak

Sanatçı tarafından kurulan kendi haline bırakılmışların, terk edilmişlerin, kullanım değeri görülmeyenlerin, işe yaramayanların bir aradalığı, yeniden düzene sokulan bir ayrıksılığı, farkların olduğu bir benzerliği içeriyorsa eğer, bu kümenin kurulmasını sağlayan arzu, sanatçının nesneler üzerinde kurduğu iktidardan kaynaklanan hazza mı işaret etmektedir?

Eğer bu arzu, nesneler üzerinde kurulan hegemonyaya dayanıyorsa eğer, bugüne kadar ötekileştirilenlerin, kendi haline bırakılmışların, terk edilmişlerin, kullanım değeri görülmeyenlerin, işe yaramayanların başkaları ile benzerlik taşıyan ve taşımayan unsurlarının vurgulanabilmesi için “birer nesne olarak” yeniden düzenlenmeleri gerektiği şartını mı ileri sürüyor?

Kendi haline bırakılmışların, terk edilmişlerin, kullanım değeri görülmeyenlerin, işe yaramayanların başkaları ile ortak olan ve olmayan yönlerini ifade ederek “anlam” yaratabilmek için nesne olarak değerlendirilen ötekilerin kendi iradelerinin dışında ya da zorla bir kümeye dâhil olmaları mı gerekir?

Anlam, bir başkası ile kurulan (b)ağsallıkta mı ortaya çıkmaktadır?

Monday 20 October 2008


Taskisla'da derslerden sonra farklı seviyelerde su dolu olarak bırakılmıs-terk edilmis- siseleri fotograliyorum. Onları zorla kume yapıyorum.

Oğuz Özerden'e Mektup

Oguz Bey merhaba,

Cuma günü Santral'de sizinle karsilasmak guzel bir tesaduftu. En son gorusmemizden bu yana grup üyelerinin bilgi ve deneyimlerinden yola çıkarak farklı üretim biçimlerini deneme ile ilgili bir takım çalışmalarımız oldu ancak sonucta tekrar ilk cikis noktamiza donduk ve sergi projesini geliştirme aşamasına geldik. Yakında bu konuyu sizlerle paylaşacağız.

Diğer yandan, karşılaştığımız gün Santral'de 'Müze ve İletişim' konuşmaları dahilinde 'Müzeler ve Kamusal Alan' başlıklı bir konuşma yapan Lord Cultural Resources Ortak Başkanı Gail Dexter'ın yaptığı sunum, bizi Türkiye'nin güncel/çağdaş sanat alanına eklemlenmesi hususundaki endişelerimiz ile neredeyse yüz yüze bıraktı. Bir başka deyişle, tamamıyla karşı durduğumuz bir yaklaşım ile yapılan sunumda her ne kadar ulusaşırı kültür arenasına eklemlenen bir Türkiye kurgusu yer alsa da,

- gerek konuşmacının Türkiye'yi ve Türkiye'deki sanat ile sanatçıların geldiği noktayı değerlendirebilme konusundaki eksikliği,

- gerek hitap ettiği kişileri bir üçüncü dünyalı olarak 'öteki'leştirdiğinin işaretlerini veren 'Batılı' bakışı,

- gerekse müzeler ve kamusal alan ile ilgili yaptığı sunumun bilgi içeriğinin zayıflığı neden Santral'de böyle bir sunum yapıldığını sorgulamamıza yol açtı.

Dahası, kültürel değerlerin 'keşfedilerek' pazarlanmasına yönelik hizmet veren bir danışmanlık şirketinin sunumu, her ne kadar sanat yönetimi programının içeriği ile en azından başlık itibari ile örtüşse de, içeriği bakımından tam da Türkiye'nin klişeler üzerinden, kendi dinamiklerini kullanma yetisini gösterme konusundaki zayıflığının üstünü öreterek hem öğrencilerin bu konudaki farkındalığını sağlama hususunda etkisiz kalıyor, hem de var olan düzenin devamını sağlayan bir tekrar mahiyeti içeriyor.

Umuyoruz Santral İstanbul'un kendisini dünya ölçeğinde konumlandırma sürecinde bu tür klişevari söylemlerden beslenen ve kendini tekrar eden 'eskimiş' kişi ve kurumlar ile işbirliği konusunda daha mesafeli bir yaklaşım sergilenebilir. Bilginize sunar, yakın zamanda tekrar görüşmeyi dileriz...

Seda Yörüker ve Ebru Yetişkin

Wednesday 15 October 2008

But only for "Idea production"

As small, suppressed, invisible, un/less heard/spoken ones,

what is really at stake

is

to intervene in the everyday "practice"

by using pre-existent elements

such as gestures, concepts, representations and objects

with a "difference"

in order to generate

an emerging life surface, an existential territory, an (in)dependent metabolism

not only for (art) "criticism"

but only for

Idea production...

Collective Creativity

Exhibition: "Collective Creativity: Common Ideas for Life and Politics" - Kunsthalle Fridericianum in Kassel - 01 / 05 / 2005

Collective Creativity focuses on specific kinds of social tensions that serve as a common axis around which various group activities are being organized. It is interested in different emancipatory aspects of collective work, where collaborative creativity is not only a form of resisting the dominant art system and capitalist call for specialization, but also a productive and performative criticism of social institutions and politics. Which strategies are taken by collectives in public space? Which alternative forms of “sociability” are generated? In which ways do they occupy and change the system and the conditions of production and representation? How do they affect the social order?

Collective Creativity does not see group activity solely in terms of the scope and efficiency of tools used in attempts to change the sociopolitical situation; it also traces the paradox of self-sufficient enjoyment in group work, which inevitably overcomes and betrays its own instrumentality and use value. The interest in the specific politics of collective creativity is not restricted geographically, but it does seem to be especially interesting from the perspective of the “New Europe” and in the context of other geographical points with similar “troubles with modernism” and tradition of artists self-organizing.

Although the context of the exhibition is defined by complex intersections of contemporary and historical perspectives, as well as by cultural and geo-political parallels and divergences of different localities, the exhibition does not attempt a homogenous and finished “history” of collective artistic creativity. It rather offers a certain “collective and subjective” vision, very much based on the cultural terrain in which the reading of modernity as the unique and homogenous cultural capital of the West is very problematic.

While insisting on the heterogeneity of the idea of collectivism in different contexts and different group stages and dynamics, the exhibition does not endeavor to enter into historical taxonomy of the long tradition of collectivity in art. Instead, by insisting on the potential of a proverbial “white cube” exhibition to articulate a critical discourse, “Collective Creativity” encompasses several prominent group positions as referential points and investigates operative modes and strategies that are actively resonant in the present, with emphasis on parallels, “substantial repetitions” and diverse forms of artistic archives.

Tuesday 14 October 2008

Wednesday 8 October 2008

sanat tarihçileri

" .. sanat tarihçileri gerçek sanat yıkıcılarıdır, dedi reger. sanat tarihçileri sanat üzerine onu öldürene kadar gevezelik ederler. sanatın, sanat tarihçileri tarafından ölümüne gevezeliği yapılır. aman tanrım diye düşünüyorum çoğunlukla bu bankın üzerinde otururken, önümden sanat tarihçileri çaresiz sürülerini sürüklerken, işte bu sanat tarihçileri tarafından sanat onlardan uzaklaştırılacak, kesinlikle sürülecek olan tüm bu insanlara yazık, dedi reger. sanat tarihçilerinin var olanlar içindeki işi en berbat iş ve geveze bir sanat tarihçisi, ki yalnız geveze sanat tarihçileri var aslında, kırbaçla kovalanmalı, sanat dünyasının dışına itilmeli, dedi reger, dışarı itilmeli çünkü tüm sanat tarihçileri asıl sanat yıkımcıları ve biz sanatı sanat yıkımcısı sanat tarihçilerine yıktırmamalıyız. bir sanat tarihçisi dinlediğimizde midemiz bulanır, dedi, sanat tarihçisini dinlerken gevezelik ettiği sanatın nasıl yıkıldığını görürüz, sanat tarihçisinin gevezeliği ile sanat dumura uğrar ve yok edilir. binlerce, hatta onbinlerce sanat tarihçisi sanatı gevezeliğe döküp mahvederler, dedi. sanat tarihçileri gerçek sanat katilleridir, bir sanat tarihçisini dinleyecek olursak, sanatın yok edilmesine katılmış oluruz, bir sanat tarihçisinin ortaya çıktığı yerde sanat yok edilir, gerçek bu..."

thomas bernhard "eski ustalar"

Sunday 28 September 2008

BU KOLEKTİF BİR İHTİYAÇTAN DOĞMUŞTUR!

BİZ KİM DEĞİLİZ?

Küratör değiliz!
Sanatçı topluluğu değiliz!
Bir kurumu temsil etmiyoruz!

Danışman:
Ömer Uluç / omeruluc7@gmail.com

Proje Grubu:
Seda Yörüker / sedayoruker@hotmail.com
Selen Sarıoğlu / slnsrl@yahoo.com
Elif Dastarlı / edastarli@yahoo.com
Figen Batı / figenbati@mynet.com
Ebru Yetişkin / ebru.yetiskin@hotmail.com
Işıltan Ataman / isiltanataman@gmail.com
Ayşe Köksal / aikoksal@yahoo.com
Çiğdem Kaya / cigdemk@yahoo.com

Konuşmacılar:
Ali Artun / aliartun@galerinev.com
Ayşegül Sönmez / sanatatak@gmail.com


Proje Grubunun Duyarlılık Alanı:

Ülkede 90’lardan bu yana görsel sanatlar alanında yaşanan gelişmeler ve bu alandaki eleştirilerin yetersizliği.


Bizi Biraraya Getiren Sorunlar:

- Eleştiri boşluğu (boşluktan doğan durumu lehine çevirenler, kendi eleştirilerini sahiplenenler)
- Tek seslilik / tek merkezlilik (galeriler, müzeler, şirketler, küratörler, yazarlar, eleştirmenler)
- Majör sanat tarihi yazımının sıkıntıları
- Görsel sanatlarda terminoloji, tanım eksikliği ve yetersizlikler
- Medyanın yöntemi ve yaklaşımları
- Sanat ortamında cemaatleşmeler (keskin bölünmeler ve sonucunda ortaya çıkan kısır döngüler)
- Sanat eğitiminin gayrı-günceliği ve bunun yarattığı sorunlar

Monday 22 September 2008

KIRMIZI FİKİR HENÜZ "KÜME" OLMAMIŞKEN..
DÜŞÜNCE TOPLULUĞU'NUN OLUŞUM AŞAMASINDA ÇEKTİĞİM BİR FOTOĞRAF.
TOPLULUĞUN ENERJİSİNİ YARATAN ÖMER ULUÇ'A SEVGİLER


March 2008, the photo by Seda Yörüker
Ki..

"It's more about possibilities, not solutions".

Rirkrit Trivanija

Saturday 20 September 2008

artlover versus l'artiste

The beauty of art coming from its nature. Art. Meaning
art world and its history, from the beginning of art.
The arts of all time sharing a common quality, being
an idea dump existing in time and space. Da Vinci
painted Mona Lisa, on a piece of wood in 1506. Marcel
Duchamp painted a moustache on the postcard of a
replica of Mona Lisa and labeled it LHOOQ coarse
French pun, when pronounced in French meaning “ She’s
got a hot ass.” It was 1919. In 1990, Orlan began a
series of plastic surgeries to sculpt her face into a
combination of Mona Lisa, Diana and Boticelli’s Venus.

artlover versus l'artiste

Benim tarafımdan reddedilmemiş küratör yok

"Benim tarafımdan reddedilmemiş küratör yok" Halil Altındere

1. Küratör reddetmek iyi midir?
2. Küratörler öcü müdür? Hepsi mi öcü?
2. Küraörü reddediliyorsa sanat kökten neden reddedilmiyor öyleyse?
3. Güzelim sergi bu lafla mahvoldu, yitti, bitti, gitti... Hic gerek yoktu. Bu serginin hiçbir lafa ihtiyacı yoktu.

http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=YazarYazisi&ArticleID=899603&Yazar=AYŞEGÜL%20SÖNMEZ&Date=20.09.2008&CategoryID=113

Thursday 18 September 2008

Kriz ve Sanat

"Bankalar tepetaklak olur ama galibiyet sanatın olur"

-Sir Norman Rosental/Royal Academy sergileri eski yöneticisi-
Damien Hirst'ün iki günlük güncel sanat müzayedesi rekoru ve dünyada yaşanan ekonomik kriz üzerine...

Küme

Küme "nesneler topluluğu veya yığını" olarak tanımlanan bir sözcüktür. Bu tanımdaki "nesne" soyut ya da somut bir şeydir; fakat her ne olursa olsun iyi tanımlanmış olan bir şeyi, bir eşyayı ifade eder. Örneğin, "Tüm canlılar topluluğu", "Dilimiz abecesindeki harflerin topluluğu", "Masamın üzerindeki kağıtlar yığını" tümcelerindeki nesnelerin anlaşılabilir, belirgin oldukları, kısaca iyi tanımlı oldukları açıktır. Dolayısiyle bu tümcelerin her biri bir kümedir.O halde, matematikte "İyi tanımlı nesnelerin bir topluluğuna küme denir" biçiminde bir tanımlama yeterli olacaktır.
Küme kavramının matematiğe Georg Cantor (1845-1918) ile girdiği kabul edilir. Elbette Cantor'dan önce de, adına küme denilmese de, matematikçiler bu kavramı yer yer örtülü bir şekilde kullanıyorlardı. Cantor, kümeler kuramının temellerini ortaya koyan matematikçidir. Bu sayede matematikte yepyeni ufuklar açılmış ve matematiğin her alanında kullanılmaya başlanmıştır. Bu gelişmeler matematikte "Modern matematik", "Klasik matematik" sınıflamasına yol açmıştır.