Sunday 1 November 2009

Siyasal ve Toplumsal B(ağ)ı Kullanma Biçimi: 11. Uluslararası İstanbul Bienali ve Narkevicius’un “Hayatının Rolü”

Okunamayan Altyazı: "bir fırsat olarak görenler de vardır"


“Ne, Nasıl ve Kim için?” (WHW) sorularıyla kendilerini özdeşleştiren küratör kolektifi, yabancılaşma etkisini kullanarak yaptığı performatif basın toplantısında, Brecht'in var olanın yeniden yapılandırılması üzerinden gerçeğe ilişkin sorular sorduğunu, bu yoldan yürüyerek 11. Uluslararası İstanbul Bienali’ni “bir biçim” olarak sergileyeceğini belirtmişti.

11. Uluslararası İstanbul Bienali’ni İstanbul’u kendine yer edinmiş ancak bir başka yere giderek bambaşka bir şeye dönüşeceğini de bildiğimiz tanıdık bir tuhaf yaratık olarak betimleyebiliriz. Bir “biçim” olarak bu hayvanımsının yaptığı çağrı, hem bir yüzleşme hem de kendine ve gündelik hayatın içinde gerçekleştirdiği eyleme dair bir farkındalık bilincini yeniden sunmanın, yani temsil etmenin yaratıcı yollarını aramaya yönelik olumsal bir direniş olarak nitelendirilebilir.

Sanatın politikleşmesi ve kültürel emperyalizmin bir “biçimi” haline gelmesi bağlamında bienal gibi bir etkinliğin finansal ve kurumsal olarak örgütlenmesini eleştirerek birbirini tekrar eden mekanik tartışmaların kısırdöngüsü içinde WHW’nin bu soru etrafında yaptığı tutarlı araştırmayı bir kaynak olarak okumak buraya sığamayacak. Ancak bienaldeki tek bir iş üzerinden bazı hususları vurgulamaya çalışarak da zannediyorum küratör kolektifinin oluşturduğu biçim hakkında konuşabilmeye olanak bulabiliriz.

A.N.3 – No. 33: “Hayatının Rolü” – Deimantas Narkevicius / 2003

Bienal mekânlarından biri olan 3 numaralı antrepodaki 33 numaralı iş olarak bienal rehberine kayıt edilen Deimantas Narkevicius’un “Hayatının Rolü”, siyasal açıdan bir görüşe bağlı olan filmleriyle belgesel türünün anlaşılma biçimini değiştirmeyi hedefleyen film yönetmeni Peter Watkins'le yapılmış bir söyleşi. Söyleşinin ses kaydı, Brighton'ın tadını çıkaran insanları gösteren ve İngiliz film arşivlerinden alınmış amatör süper-8 film klipleri ile Mindaugas Lukosaitis’in çizimleri üzerine bindirilmiş. Söyleşideki sorular duyulmuyor, ancak Watkins'in tekdüze bir biçimde akan monoloğu, gerçekçilik ve kurgu hakkındaki soruların yanı sıra inşa edilen ile gerçeğin yeniden yaratılmasına değinerek nesnel biçimi sorguluyor. Dahası Narkevicius, film yapmakla yalnızca yaratıcı nedenlerden değil, siyasal ve toplumsal nedenlerden dolayı da ilgilendiğine, bunun sonucunda da yapıtının giderek daha da kenara itildiğine değiniyor.

Narkevicius’un “Hayatının Rolü”, sanatçının bilgi üreten bir özne olarak kendisini özeleştirel bir yolla incelemesi ve bunun sonucunda da tekrarlanmayı sağlayacak bir biçim sunması üzerine kurulu olduğu için dikkat çekici. Çünkü Narkevicius, kendisini oluşturan siyasal ve toplumsal koşullar ile tekil bir üretim ilişkisi kurarak yapıbozumcu bir estetik kurmakla kalmıyor. Hakikat tanıklığına yol açan gerçeklik algılayışının altındaki temsil sisteminin “üretme sürecini” ve “üretme biçimini” de sorguluyor.


Narkevicius’un işinin, yapıyı oluşturan anlatısal öğeleri “hatalı” şekilde bir araya getirdiği söylenebilir. Ancak Watkins’in sözleri ile Lukosaitis’in çizimleri arasında paralel bir ilişkinin kurulmamış olması, gerçekçiliğin sorgulanmasına neden olan kurgusal bir boşluğu, bir yabancılaşma etkisini ortaya çıkarıyor. Siyasal ve toplumsal unsurlar ile kurulan bir farkındalık ilişkisi, eylemin esaslarını oluşturan bir bilinci açığa çıkarıyor. Bu bilinç ise, kendini gözlem ve analiz konusu olarak üretim yapan özne tarafından gerçekleştiriliyor.

B(ağ)sal üretim

Narkevicius’un bu “hatalı” üretim biçimi, b(ağ)sal üretim olarak ifade edilebilecek bir yer ile ilişki içinde konumlandırılabilir. B(ağ)sal üretim öznel, toplumsal ve siyasal (ekonomik) formasyonları kullanarak ulusaşırı kültürel emperyalizm ağının içine “bienal” denilen etkinlik formatını aynen tekrar ederek giren “ancak” yeni bir ilmek, bir fark oluşturan devingen bir üretim anlayışıdır. Burada hem mevcut olanla bağ kurarak mevcut olanın ağını değiştiren, hem de bu bağ vesilesiyle kendini de dönüştüren aşkın bir eylem söz konusudur. Bu üretim anlayışı, yorumlanma ihtiyacı içindedir çünkü özerkliğe sahip olmak, yayılmak ve bulaşmak ister.

Halbuki Narkevicius, bilgi üreten bir özne olarak, yaptığı üretimin yaratıcı nedenlerin yanı sıra siyasal ve toplumsal nedenlerle de ilgilenmesinden dolayı kenara itildiğini ve bunun bedelinin ağır olduğunu ifade ediyor. WHW’nin bu dramatik ifadeyi kapsayan Narkevicius’un üretimi ile bağ kurması, ürettiği biçimi de imliyor. Bu biçimin, aynı zamanda, emperyalizm ve yeni-sömürgeciliğin özel mülkiyet metası olarak mevzilendirilmiş emeğin/işgücünün çelişki, karşıtlık ve dönüştürme kipleriyle sürdürdüğü mantığa başkaldıran bir niteliğe sahip olduğu söylenebilir.

Ayırt edici olanı okuyabilme ve çeviri yapma biçimi

Burada gözden kaçırılan mesele, bir şeyi eleştirirken, aynı şeyin yapılmasından ziyade, bir şeyi eleştirken aynı şeyi yaparak üretilen farkın temsil edilme biçimidir. Ne de olsa bienal de, hem sosyalizmi savunup hem de burjuva ile işbirliği yaptığı için eleştirilmiştir. Oysa WHW Aristocu felsefenin karşı olma, çelişme ve dönüştürme gibi basit önermeleri arasındaki mantık ilişkisinden kaçışı sağlayan bir soru sormaktadır: “İnsan Neyle Yaşar?” Burada sorunun içeriğinden çok, tıpkı emir ya da istek kiplerini bildiren cümleler gibi önerme olmayan bir yerin kalkış noktası olarak belirlenmiş olması, bienal aktörlerinin tümüne devingenlik olanağı sunulmuş olduğunu gösteriyor. Buradaki mesele, bunu okuyabilmekte ve bu üretim anlayışını sahiplenmektedir.

WHW, (b)ağsal üretim anlayışını benimseyerek, gerçekleştirdiğimiz eylemler ile bu eylemlerin üretilmesine neden olan politik, toplumsal ve ekonomik gerçekliğin ayırdına varmanın, üretim sürecine ve üretim biçimine etkisini gösteriyor. Kendi gerçekliğinin dışına çıkarak kurgu olanı çözümlemek ve yeniden kendine dönüş yaparak üretim yapmak… Sürekli çeviri yapan ve sabit kimliklerin, tanımların, kategorilerin içi hep boş kaldığı bir yerden bir başka yere gitme biçimi…

(B)ağsal üretim biçiminin sosyal bilimler ile kuracağı ilişkinin kurulabilmesi için ise her şeyden önce sosyal bilimcilerin bu üretim anlayışını kavrayabilmesi gerekiyor ki çeviri yapmanın sosyal bilimlerde bulacağı biçim tartışılabilsin... Aksi takdirde, kendini etnikleştirerek ve kendini oryantalleştirerek özgün bir kimlik anlayışının peşinde sürüklenen yeni-sömürgeciliğin ürettiği sosyal bilimcinin (örneğin sanat tarihçisinin) güdük analizi, ayırt edici niteliğe sahip olma yanılgısını çoğaltan edilgen bir eylemden öteye gidemeyecek.
Ebru Yetişkin

Wednesday 12 August 2009

Sunday 19 July 2009

Deleuze Sayıklıyor…

Nusret Polat

Geride bıraktığımız yüzyılın en büyük filozoflarından biri olan Gilles Deleuze’ün yapıtları peş peşe Türkçede görünüyor. En son çeviriler, son yıllarda oldukça ilginç çeviri kitapları yayımlayan Bağlam Yayınları’na ait. İki cilt: “Issız Ada ve Diğer Metinler” ve “İki Delilik Rejimi”. 900 sayfayı bulan bu iki cildin editörü David Lapoujade sunum yazısında Deleuze’ün daha önce yayımlanmamış metinlerinin de bu seçkide yer aldığını belirtiyor. Lapoujade, Paris I Üniversitesi’nde (Pantheon-Sorbonne) Deleuze üzerine dersler yapan, Deleuze’ün uzun zaman öğrencisi ve dostu olmuş bir felsefeci. Son yıllarda Deleuze üzerine sosyolog ve küratör Ali Akay’ın düzenlemiş olduğu Deleuze başlıklı konferanslarda yer aldı. İstanbullu belli felsefe ve sanat çevreleri onu yakından tanıyor artık. Bu iki kitabı Türkçeye kazandıran Bağlam Yayınlarına, Teoria dizisi çerçevesinde harika kitapların editörlüğünü üstlenen Ali Akay’a ve tabii ki en çok da çevirmenler Ferhat Taylan’a, Hakan Yücefer’e ve Ender Keskin’ müteşekkiriz. Zira bu iki kitap sadece Deleuze’ün felsefesini ve siyasetini kavramanın giriş anahtarını sunmakla kalmıyor, bir dönemin felsefi, kültürel, toplumsal ve siyasi ikilimi de solumamızı sağlıyor. Öyle ki burada Deleuze’ü 1950lerin başından 1995’e kadar takip etme olanağına sahip oluyoruz… Tanıklık ettiğimiz şey bir ömürlük olağanüstü bir felsefi sözce üretimi…

Deleuze konuşuyor, çoğunlukla sayıklıyor (sayıklama tabiri sanırım Deleuze’ün çok hoşuna giderdi). Bir şizofren gibi, şizofren olmayan bir şizofren gibi. Onda her şey akış halinde. Hiçbir sabitlik yok. Her şey anında yer değiştiriyor. Akış haklinde bir dünya içinde akış halinde bir söylem: Mükemmel bir Herakleitosçu. Devinim içinde olan her şey birbirine eklemleniyor ve bizler fark ediyoruz kendi küçük dünyamızın içinde bütün bir dünya tarihini ve coğrafyasını barındırıyoruz. Tekilliklerimiz sonsuz çoğulluklar içeriyor. Kapısı ve penceresi olmayan kapalı evrenlerimiz (Leibniz) kapılara ve pencerelere (Gabriel Tarde) kavuşuyor.

Eğer Deleuze’ün bir etiği ya da siyaseti varsa bu şüphesiz akış halindeki özneleri, şeyleri, olayları, tarihi ve coğrafyayı göçebe ya da yersizyurdsuz çizgilerinden kapatmaya, daha doğrusu kodlamaya (kapatma Deleuze’den çok Foucault’ya yakın bir ifade) çalışan, benim ideolojikleştirme diyeceğim bir iktidar yaratımına dönüştüren iktidar odaklarına karşı bir etik ya da siyasettir. Ve bu etik ya da siyaset ne bir ahlak felsefesinden geçer ne de sonu –izm’le biten doktoriner bir yapıdan. Burası zengin bir coğrafyadır, ya da dahası bir coğrafya-felsefedir ve içini dolduranlar: Spinoza ve Duygulanımlar, Bergson ve kavramları (süre, yaşamsal atılım, sezgi), Nietzsche ve Fark Felsefesi, Kafka ve Başkalaşımlar ya da barbarların istilasına uğrayan Çin İmparatoru, Proust ve göstergeler, Francis Bacon ve hayvansı Figürleri, Artaud ve Organsız Beden, Sade’dan çok Masoch, şüphesiz dostu ve çalışma arkadaşı Felix (Guattari) ve onun zekası ve militanlığı, Kapitalizm ve Şizofreni, Akışlar, Kaçış Çizgileri, Köksaplar, Yersizyurdsuzlaşma, İnsana karşı Arzulayan Makineler… Erkeklere, erkeksi kaba güce karşı kadın-oluşlar ya da her erkekte double olarak işleyen erkek ve kadın birlikteliği olarak eş-cinsellik (ya da daha doğru bir ifadeyle belki de çift-cinsellik)… Ciddiyete karşı İroni ve Neşe: Harikulade bir Nietzscheci.

Bütün bunlar Deleuze’dür ve tabii ki bizizdir. Kendimizin parçalarını, bileşenlerini bulduğumuz yatay-geçişli demokratik bir felsefedir onun felsefesi. Bizler burada Hobbes’un vatandaşlık kavramı bağlamında formüle ettiği Halk’dan (People) çok, Spinoza’nınn olumladığı Çokluk’a (Multitude) yakınız. Çünkü halk kodlanmış, sabitlenmiş bir uzamda işlerken, çokluk sürekli yer-değiştirir. Deleuzu’ün evreni kapalı değil açık bir şizoid evrendir.

Evet bütün bu kavramlar Deleuze’e (ve ortağı Guattari’ye) aittir ve bunlara hakim olmak kolay değildir. Durmaksızın, pes etmeden okumak, anlamak ve belki de yazmak lazımdır. Zira bir metin sadece okuyucusu için zor değildir, aynı zamanda yazarı için de zordur ve onun hakkını vermek, yazarın büyük uğraşını ödüllendirmek gerekir. “Issız Ada ve Diğer Metinler” ve “İki Delilik Rejimi” Deleuze’ün bütün bir ömrünü kat eden felsefi ve siyasi uğraşının hakkını vermek için mükemmel kitaplar. Sadece başlangıçta okunmalı anlamında değil, tekrar tekrar okunmalı anlamında…

Gilles Deleuze, Issız Ada ve Diğer Metinler (1953 – 1974), Cilt 1, Editör: David Lapoujade, Çev. Ferhat Taylan-Hakan Yücefer, 462 sayfa, Bağlam Yayınları. İstanbul, 2009.
Gilles Deleuze, İki Delilik Rejimi – Metinler ve Söyleşiler (1975 – 1995), Cilt 2, Editör: David Lapoujade, Çev. Mahir Ender Keskin, 412 sayfa, Bağlam Yayınları, İstanbul, 2009.



Monday 15 June 2009

Friday 1 May 2009

"Altermodern" başlıklı 2009 Tate Trienali üzerine Bourriaud ile yapılmış röportajdan

"Librettosu belirgin bir ses ve şarkılarla devam eden görsel bir opera ile çok sayıda insanın katılımına ihtiyaç duyan bir filminki farklı bir dil bilgisidir. Bu belki de küratörlerin, akademisyenlerin asla yapamayacağı biçimde sanat yapıtlarını ve sanatçıları anlayabilmesinin nedenidir. Bu, derin deniz dalgıçlarıyla ile okyanusçular arasındaki farktır. "*
Nicolas Bourriaud

*Frieze - Contemporary Art and Culture, Issue 120, February 2009

Friday 6 March 2009