-Evrim Kavcar, Ekin Saçlıoğlu ve Sibel Horada'nın yapıtları üzerine-
TUHAF BİR KARŞILAŞMA:
İSTANBUL’DA HAREKET VE SÜKUNET
(Seda Yörüker, Genç Sanat Dergisi, Sayı 203, Mart 2012)
Son on yılda İstanbul’un
sanat ortamında varlık gösteren büyük sermaye hareketi kentin, sosyalliğin,
kültürel üretim ve ilişkilerinin yeniden yapılanmasında etkili olduğu kadar
bizzat İstanbul’un yeni bir marka olarak anlamlandırılmasında da başrol oynadı.
Gün geçtikçe daha çok dünyasallaşan İstanbul sanat ortamı, içsel olduğu kadar
dışsal bir hareketin, gidiş - gelişin ve ilginin alanı haline dönüştü. Hız,
görünürlük, heyecan, dışa açılma, genişleme, çoğalma, ağların ve yapıların
kurulması ya da kurumsallaşması kentte yeni bir ekonomi yarattı: Yeni bir bilgi
ve duygu ekonomisi.
Algıları ve fiziksel
gerçekliği ele geçiren, adeta organizmaya henüz dahil olmuş engel tanımaz bir
unsurmuşçasına kendini dayatan, üreyen ve tek gerçeklik haline bürünen kentteki
bu ‘yeni hız’, -olumlu ya da olumsuz anlamda- sinirlerin ucuna temas ettiği
kadar, “Hız ve Politika” adlı yapıtında “hız arttıkça özgürlük azalır” diyen
Virilio’nun hız kavramına ilişkin tüm o kötümser okumalarına da toslamakta!
Tarihsel olarak bakıldığında, Cumhuriyet’in bir önceki yüzyıldan miras aldığı
yurtdışına sanat eğitimi almak için gönderilen Akademili sanatçılar kuşağından,
dünyada küresel hareketin ve içeride serbest piyasa ekonomisinin kıpırdanmasının
yön verdiği 90’ların yapısal olarak henüz kurumsallaşma sözkonusu değilse de
sanatsal açıdan etkileşim ve özgürleşme ortamına dek, daima kente yönelik
sanatsal bir beklenti sözkonusuydu. Bu süregelen bekleyiş her seferinde diğer
bir döneme taşınarak büyüdü. Uzun zamandır arzulanan ya da sayıklanan sanat ile
kent arasındaki o büyük korelasyonun hayali ise sermayenin yolunun kültür -
sanat ile kesişmesiyle gerçekleşmiş oldu. İstanbul, fantazisi kurulduğu üzere
bugün dünya çağdaş sanat haritasındaki yerini almış gözüküyor, öyle kabul
ediliyor. Ekonomik hareketin yön verdiği bu yapılanmanın, kentin sanat
ortamına, üretim ve ilişki ağına getirileri şüphe götürmezken, bir organizma
olarak İstanbul’a olan getiri ve götürüleri yine de muallak durmakta.
İstanbul’un bu denli
gözde olması yeni bir durum değil elbette. Nitekim kent, tarihi boyunca farklı
nedenlerden dolayı ilgi merkeziydi. Yeni olan ise kentin bu kez sanatsal
devinim açısından bir ilgi merkezi haline dönüşmesi. Geçmişte Edmondo de
Amicis’in ya da Lady Montagu’nün bir kültür ve coğrafya olan İstanbul’undan,
yakın zaman önce NY Times’da “The Istanbul Art-Boom Bubble” başlıklı yazısında
Suzy Hansen’in bir sanat merkezi olan İstanbul’una, dünyada kente yönelik ilgi
ve algıda büyük bir değişim olduğu kesin. Gerçekten de bugün İstanbul, her
zamankinden daha fazla sanatın mekanıyken, kentin eskisine kıyasla sanatın
nesnesi, konusu ve belki de derdi olmasında bu kez niceliksel değil, niteliksel
farklar beliriyor. İstanbul’un ‘manzarası’ geçmişteki gibi güzel ve romantizm
içerikli değil; tuhaf. Kentin sanattaki, ivme kazanarak belirginleşen bu yeni
gerçekliği, sadece sanatın kendi içinde yaşadığı estetik ve epistemolojik değişimle
ilgili değil, aynı zamanda İstanbul’un yaşadığı ya da maruz kaldığı ve bu kentte
yaşayan, hareket eden sanatçının her gün temas ettiği büyük karmaşa, şiddet,
eksilme ve tuhaflıkla da ilgili.
Dünya sanat ortamında
aradığı itibara en sonunda ulaşmış gözüken kent, tarihi boyunca pek çok başka
şeye maruz kalması gibi, ekonominin yön verdiği sanat odaklı yeni kanonunu da
cömertçe sırtlanmış durumda. Bu yeni gerçeklik İstanbul’a ilişkin sonu gelmez
tasarılardan sadece biri olarak durmakta, kendini en çok söylemde var etmekte
ve sürekli yeniden üretmekte. Öyle ki İstanbul’da sanattan bahsederken kentin
kendisinin de uzun zamandır bir vurgu unsuruna dönüşmesi ve bu yaklaşımın
sadece yabancı yayınlarda değil, son on yıldır aynı zamanda yerli yayınlarda da
yaygınlık göstermesi dikkat çekici. İstanbul adeta sanat ile birlikte
paketlenmiş bir program gibi, karşımıza büyük bir başlık, büyük bir kurgu ve
büyük bir mönü olarak çıkıyor.
İstanbul ile sanatın
bu denli yüksel desibeldeki titreşimi, sanatın sadece ekonomisini ya da
sosyalliğini değil, şüphesiz üretimini de etkiliyor. Ancak tüm bu büyük
gürültünün ve kentin bir kültür-sanat sermayesi olarak yeniden üretiminin
içinde sanatın veya sanatçının yapay, söylemsel ve aşırı görünür kent tasavvurunu
sezgisel, deneyimsel ve dokunsal bir alana dönüştürebilmesi, üzerinde durmaya
değer gözüküyor. İşte bu yazının amacı da İstanbul ile sanat arasında dokunmuş
sözkonusu o pürüzsüz söylemin dışına çıkarak, sanatçı ile İstanbul arasındaki
organik ve pürtüklü ilişkinin sınırlarına temas etmek olabilir. Bugün belirgin
bir karmaşa, yapboz, eklenti, kaybetme, unutma ve maruz kalmanın kenti olarak
İstanbul’a ilişkin yaşamsal kodlar, aslında büyük ölçüde aniden gerçekleşen
rastlaşma ve karşılaşma olgularıyla anlamını buluyor. Aniden ve tuhaf bir
şekilde yaşananlar ve tanık olunanlar, bir bakıma bu kentte yaşamının yegane
bir biçimi haline dönüşüyor.
Birer durum ya da hal
olarak karşımıza çıkan İstanbul’un içinde barındırdığı ve sürekli dışarıya
kustuğu tuhaflıklar, sanatçıdan farkındalıklar talep ediyor ve farkındalıklar
aracılığıyla ortaya çıkan bu buluntu anlar, potansiyeller ve rastlaşmalar,
bireyselden kolektife varan eleştiri katmanlarına dönüşebiliyor. Burada
üzerinde duracağımız sanatçıların İstanbul’da ve İstanbul’a ilişkin tuhaf
içerikli kişisel bellekleri, hiç şüphe yok ki içeriğinde aynı zamanda kolektif
olana değme potansiyelleri de barındırıyor. Sonuç olarak, seçim ya da değil,
bir kentte yaşamak o kente atılmış olmakla benzer bir tınıya sahip; bir
bilinmezlik hali. İstanbul’dan bahsediyoruz, öyleyse İstanbul’a atılmış
olmaktan.. Derrida, Spinoza okumalarında “dünyaya atılmış olmak, der, “tam
anlamıyla her an beni çözüp dağıtabilecek birşeyle karşılaşma riski taşımak
demektir.”
İstanbul’da tuhaflık kol geziyor, karşılaşma anları ise sadece bir
tesadüfün ilginçliğini içermenin ötesinde anlamlar taşıyor. Borusan Art
Center’ın “What I Love” adlı sergisinde “Estaban” adlı bir fare soğuk zeminde,
öylece yerde yatıyor. Ölmüş, bir fare! Estaban idealizasyondan uzak, çağdaş
sanatın dayattığı walt disney üretimi hayvanlara hiç benzemiyor ve bu nedenle
de ne renkli ve sevimli, ne ölçüsü büyük, ne de dikey pozisyonda duran
izleyicinin bakış mesafesi dikkate alınarak ‘sunulmuş’ bir temsil
nesnesi. Gabriel Garcia Marquez’in “The Handsomest Drowned Man in the
World” adlı öyküsünde anlattığı tuhaf karşılaşmaya gönderme yapan ve adını
buradan alan ölü fare, Evrim Kavcar’ın İstanbul’da her gün gidip geldiği
mekanda rastladığı bir mahluk. Zamanın ve kuralların hakim olduğu kentin steril
alanlarında karşılaşılan ölü bir fare, iğrenme ile acıma arasındaki duyguları
harekete geçirdiği kadar, bu kentte yaşam koşulları belirsizliklere,
tesadüflere ve bu yönüyle de zorlu çabalara, belki takılıp düşmelere ve işte
ölüme meyilli olan hem hayvan hem de insan türünün bir metaforu. Yerdeki ölü
fare heykeline eşlik eden duvardaki animasyonda hiç durmadan hareket eden bir
fare yani ölü bir şeyin yaşayan görüntüsü, bu mücadelenin en açık göstergesi
belki de. Sadece 45 saniye süren bu animasyon video için elle çizilen yüzlerce
hareketli kare ise olsa olsa bunun anıştırması olabilir. Kentin en alt
damarlarında onulmaz bir biçimde yaşam mücadelesi veren ‘küçük’, ‘çirkin’,
‘pis’ bir fare, ötekileştirdiğimiz her ne varsa bize onu tekrar hatırlatıyor.
Yaşamanın zor ve tesadüflere bağlı olduğu İstanbul’da daha ileriye gidememiş,
öldüğü yerde öylece kalmış ve Kavcar tarafından bulunmuş bir kent imgesi: Fare.
Estaban, İstanbul’da gündelik yaşama ilişkin çifte bir karşılaşma anını ve
sıradan olana, mahrum kaldığı itibarın verildiği fantastik bir anlatıyı temsil
ediyor. İlk karşılaşma Kavcar’ın, tüm olası sapmalarına rağmen zamanın ve
yerleşik olanın yegane gerçeklikmişçesine işlediği gündelik yaşamdaki ölü bir
mahluk ile karşılaşma anı. Bir titreşim! Farenin ölüm hareketi, gündelik
işleyişe atılmış bir yarık. Bu ilk karşılaşmaya dair kişisel belleğin steril
bir sanat kurumuna taşınarak bu kez sanat izleyicisinin yere bırakılmış, atıl
bir mahluka yani ölü bir fare görüntüsüne çarpma anı ise, işte bu ikinci
karşılaşma. Bununla birlikte, sıradan olandan yola çıkarak kente bakma ve onu
tekilliklerden hareket ederek sorunsallaştırma tercihi, sezgisel olarak kentte
ya da yaşımın içinde varlık gösteren tüm dayatma ve iktidarları zarifçe tersine
çevirme eylemi olarak görülebilir. Kavcar’ın kentin gündelik yaşamına ve ondaki
tuhaf anlara odaklandığı diğer pek çok işinde de açığa çıkan şey; sorgulama
potansiyelinin, başka türlü bir algı ve fantastik olanın çağrılmasıyla yani bir
sapma istemi ile birlikte işlemesi. Bu anların bir hatırlama yani bir bellek
kaydı olarak yeniden üretimi ise tesadüf dolu bir bilincin ya da bilinç dolu
bir tesadüfün karşılığı değil mi?
İstanbul’da gerçekleşen tuhaf rastlaşmalar kentin içinde süregelen olağan devinimler esnasında ortaya çıkmaktadır. Geçip giderken kentin ürettiği tuhaflıklara çarpmak ya da çarpılmak, bir bakıma sanatçının kentle mücadele etme ya da ona katlanma yöntemi olarak görülebilir. Pek çok yapıtında günlük yaşamın içinde tanık olduğu küçük anların tuhaflığını sorunsallaştıran Ekin Saçlıoğlu’nun, 2011 tarihli “Yapma Dedim Sana Barış” ve “Dikkat! Isırıcı Köpek” isimli iki yapıtı ile, 2004 yılında Akbank Sanat’ta gerçekleşen “Hırsız Kent” sergisi için tasarlanan ancak bürokrasi nedeniyle düşünüldüğü gibi hayata geçirilemeyen iskele projesi, bu eksende bakıldığında dikkat çekici örneklerdir. İstanbul’a özgü bir dolmuş yolculuğu boyunca çocuğuna nedensizce “yapma dedim sana Barış” cümlesini tekrarlayan anne ile, zaten hiç bir şey yapmayan çocuk arasındaki garip bağıntı, Saçlıoğlu için belki de en çok, zorlu toplu taşıma yolculuklarında ortaya çıkan kentin tuhaf bireyinin bir temsilidir. Kadının nedensizce tekrarı, trafikte savrulan dolmuşun gerilimli seyrine, onun temsil ettiği kentin derin karmaşasına ve yaşamın belirsizliğine karşı bir tepki olabilir. Nitekim Saçlıoğlu’nun olağan bir dolmuş yolculuğunda karşılaştığı bu tuhaf yaşam kesiti, onun yapıtında gülünç bir durum olmanın çok ötesinde sorunsallaşmaktadır. Resimde annenin sebepsiz tekrarını yansıtan cinnet hali yani kadın figürü, sureti belli olmayan dolayısıyla çocuk olanı / henüz çocuk olan her ne ise onu, ürkütücü bir biçimde ele geçirmeye yeltenmektedir. Sanatçının İstanbul’da geçen bir dolmuş yolculuğuna ilişkin belleği, kentte beliren ‘negatif bir karşılaşma’ halini ortaya koyar. Son kertede yaşamın en açık hareket alanı olan kentte, bireyin cinneti, kentin cinnetinden ne kadar ayrı düşünülebilir? Diğer taraftan İstanbul’un Boğaz kıyısındaki bir evin kapısına asılmış olan “Dikkat! Isırıcı Köpek” yazısı, oradan geçen sanatçı için bu kez ‘fantastik bir karşılaşma’ anıdır. ‘Isırıcı’ köpek!, kendisinden korkulmayacak kadar absürd bir ses; içerideki olası köpeğin tüm gerçekliğini yerle bir eden çocuksu bir tanımdır. Saçlıoğlu, sözkonusu yazıdaki uyarı ya da tehditin tuhaflığını görür ve onunla oynar. Yukarıda da dile getirdiğimiz gibi şaşırtıcı olanı görmek, kentle başetmenin en esaslı yoludur.
İstanbul’da gerçekleşen tuhaf rastlaşmalar kentin içinde süregelen olağan devinimler esnasında ortaya çıkmaktadır. Geçip giderken kentin ürettiği tuhaflıklara çarpmak ya da çarpılmak, bir bakıma sanatçının kentle mücadele etme ya da ona katlanma yöntemi olarak görülebilir. Pek çok yapıtında günlük yaşamın içinde tanık olduğu küçük anların tuhaflığını sorunsallaştıran Ekin Saçlıoğlu’nun, 2011 tarihli “Yapma Dedim Sana Barış” ve “Dikkat! Isırıcı Köpek” isimli iki yapıtı ile, 2004 yılında Akbank Sanat’ta gerçekleşen “Hırsız Kent” sergisi için tasarlanan ancak bürokrasi nedeniyle düşünüldüğü gibi hayata geçirilemeyen iskele projesi, bu eksende bakıldığında dikkat çekici örneklerdir. İstanbul’a özgü bir dolmuş yolculuğu boyunca çocuğuna nedensizce “yapma dedim sana Barış” cümlesini tekrarlayan anne ile, zaten hiç bir şey yapmayan çocuk arasındaki garip bağıntı, Saçlıoğlu için belki de en çok, zorlu toplu taşıma yolculuklarında ortaya çıkan kentin tuhaf bireyinin bir temsilidir. Kadının nedensizce tekrarı, trafikte savrulan dolmuşun gerilimli seyrine, onun temsil ettiği kentin derin karmaşasına ve yaşamın belirsizliğine karşı bir tepki olabilir. Nitekim Saçlıoğlu’nun olağan bir dolmuş yolculuğunda karşılaştığı bu tuhaf yaşam kesiti, onun yapıtında gülünç bir durum olmanın çok ötesinde sorunsallaşmaktadır. Resimde annenin sebepsiz tekrarını yansıtan cinnet hali yani kadın figürü, sureti belli olmayan dolayısıyla çocuk olanı / henüz çocuk olan her ne ise onu, ürkütücü bir biçimde ele geçirmeye yeltenmektedir. Sanatçının İstanbul’da geçen bir dolmuş yolculuğuna ilişkin belleği, kentte beliren ‘negatif bir karşılaşma’ halini ortaya koyar. Son kertede yaşamın en açık hareket alanı olan kentte, bireyin cinneti, kentin cinnetinden ne kadar ayrı düşünülebilir? Diğer taraftan İstanbul’un Boğaz kıyısındaki bir evin kapısına asılmış olan “Dikkat! Isırıcı Köpek” yazısı, oradan geçen sanatçı için bu kez ‘fantastik bir karşılaşma’ anıdır. ‘Isırıcı’ köpek!, kendisinden korkulmayacak kadar absürd bir ses; içerideki olası köpeğin tüm gerçekliğini yerle bir eden çocuksu bir tanımdır. Saçlıoğlu, sözkonusu yazıdaki uyarı ya da tehditin tuhaflığını görür ve onunla oynar. Yukarıda da dile getirdiğimiz gibi şaşırtıcı olanı görmek, kentle başetmenin en esaslı yoludur.
İstanbul, tüm sosyal ve bölgesel koşullarında daima tekinsiz ve tuhaf
karşılaşma anları barındırır. Gerçekliğin açısını kaydırıp onu fantastik bir
eksene yerleştiren ve bu yolla yaşam anlarını, kusursuz temsilden itinayla
kaçınılmış bir anlatı unsuru olarak yeniden kurgulayan Ekin Saçlıoğlu’nun
çalışmaları, Kavcar’ınkiler gibi daima anlatıları ile birlikte işler. “Hırsız
Kent” sergisi için sanatçının bir kez daha, bir yolculuk mekanı olan
İstanbul’un tuhaf hallerine odaklanmış olduğunu görürüz. Bu kez kentte karşılaştığı
tuhaf anları fotoğraflar yoluyla sorunsallaştıran Saçlıoğlu, çektiği onlarca
fantastik kareyle İstanbul’un akıldışı hallerini belgeler. Kentte hareket eden
sanatçının bellek kayıtları, kentin görsel kayıtları olarak karşımızda
durmaktadır. Bunların içinde yer alan “Neredesin?”, “Placebo” ve “Ayna” isimli
fotoğrafların, onun resimleri ile benzer mizahı taşımaları ise şaşırtıcı olmasa
gerek. Saçlıoğlu’nun çalışmaları sıradan yaşam içinde sıradışı olana çarpma ve
çarpılma ile ilgili. Sanatçının, sergi mekanı ile Kadıköy’deki Eminönü-Karaköy
İskelesi’nin galerisinde eşzamanlı olarak göstermek istediği İstanbul’a ilişkin
bu tuhaf anların, bürokrasiye ya da bir bakıma ‘kötü karşılaşma’ya takılması ve
paralelinde, yapılmış ama tasarlandığı gibi gösterilememiş bir proje olarak
kalması, bu işin içeriğini daha da katmanlaştırmaktadır. Kamusal alandan çekip
aldığını, deyim yerinde ise yine ona iade etmek isteyen sanatçı, karşılaştığı
bürokrasi engelini, bu kez sergi alanında kendine ayrılmış odayı boş bırakarak,
sadece ‘durum’u anlatan metinler aracılığıyla ortaya serer. Karşılaşılan
belirsizlikler her zaman yeni çözümlere gebedir. Estaban’ın gösterdiği gibi,
kentin ve elbette yaşamın -bazen boş yere de olsa- zorluklu çabalara sahne
olması kaçınılmazdır. Ekin Saçlıoğlu’nda, günlük yaşam içindeki tuhaflık ve
karşılaşmalar ve onlara ilişkin sanatsal üretim, ironi ve mizah olgularıyla
yakından ilişkilidir. Kavcar’ın sanatında sorunsallaşan karşılaşmalar ise ironi
ve mizahtan çok, Emmanuel Levinas’dan yola çıkarak söylersek sorumluluk kavramı
ile ilişkilidir; mesaj, öğreti ve buyruğun hegomanik temsillerinin çok uzağında
günlük yaşam politikalarını sorunsallaştıran, salt sezgisellikle kavranacak bir
yaşam etiği üzerine düşünme meselesidir.
Karşılaşma anına temellenen bir kavram olarak sorumluluk, Sibel Horada’nın
2009-2010 tarihli “Kayıtsızlık” ve 2010 tarihli “Hiç Varolmamış Gibi”
adlı işlerine bakmak için de ayırt edici durmakta. 2009 yılında Yıldız Teknik
Üniversitesi Yıldız Yerleşkesi’nin, İstanbul’un bir başka semtine taşınması fikri,
tüm karşı duruşa rağmen geri dönüşsüz bir buyruk olarak sanat fakültesinin de
içinde bulunduğu okulu ele geçirmektedir. O dönemde hergün gidip geldiği bir
mekan olan Yıldız Yerleşkesi’nin bahçesindeki bir ağacın, yaşlı Pavlonya
ağacının kesilmiş olduğuna tanık olan, var-olanın artık yok-olmak yerine
yok-edildiği ana çarpan Horada için bu karşılaşma, adeta belirsizliğin ve
keyfiyetin hakim olduğu yaşam alanlarımıza yönelik şiddet ve ihlalin bir
temsilidir. Horada ağacın, onun daha önce orada olduğunu hatırlatan geriye
kalmış tek izinin; kökünün de, gün geçtikçe bir hayalete dönüştüğünü izler ve karşılaşma
anını, süregelen bir bellek kaydına dönüştürür. Bu, hareketli mekanın içinde
yürütülen, sessiz ve derinden bir eylemdir. Ağaca dair tüm izin yerinden
silinip gitmesini, kentte hakim olan diğer başka izlerin de tarih boyunca tek
tek kaybolması gerçeği ile ilişkilendiren sanatçı, 2009-2010 döneminde izini
sürdüğü ağacın, ‘buradaydı, şimdi yok’ halini, süreç boyunca çektiği fotoğraflardan
meydana getirdiği “Kayıtsızlık” adlı video çalışmasında ortaya koyar. Sibel
Horada’nın günlük yaşam içerisinde sözkonusu ağaçla karşılaşması bir tesadüf;
anın, sanatçının zihninde yarattığı bir titreşimdir. Tesadüfün ortaya
çıkarttığı titreşim, sonrasında eyleme geçen sanatçının bu kez tekrar eden
bilinçli karşılaşmalarıyla yer değiştirmiştir. Bernard Stiegler, 2005 yılında
İstanbul’da katıldığı panelde “sanatçı olmak bir durumdur; bir gerçeklik değil.
Sürekli değişen durumlar karşısında, yeni pozisyonlar almaktır” diyordu.
Horada’nın “Kayıtsızlık” adlı işi ve bu işin süreci, onun günlük yaşam
içerisinde aldığı pozisyonla, yani harekete geçme fikrinin ve kudretinin ortaya
çıkmasıyla ilgilidir. Sanatçı, tesadüfü bir bilince ve eyleme, günlük yaşam
içinde üretilen kayıtsızlığı ise bir kayıta dönüştürmüştür. Burada çifte bellek
işler: Hem sanatçının hem de ağacın belleği.
Ağacın belleği, sanatçıyı bırakmaz; ona musallat olur. 2010 yılında Akbank
Sanat’ta gerçekleştirilen 29. Günümüz Sanatçıları sergisinde yere yayılmış eğri
büğrü kütükler, sergi mekanındaki tuhaf engeller olmaktan çok, Horada’nın
galeriye taşıdığı sözkonusu ağacın ta kendisidir. Sanatçı, gün geçtikçe
varlığından hiçbir iz kalmayan ağacın parçalarıyla okulun atık deposunda
karşılaşmıştır. Hayalet kendini gösterir, ağacın belleği artık sanatçının
belleğinde kayıtlıdır. Karşılaşma tekrar eder. Bu ikinci karşılaşma adeta bir
travmanın ortaya çıkışıdır. Levinas’dan ödünç alarak ifade edersek “Öldürmeyeceksin!”in,
ya da buradaki bağlamıyla yoketmeye karşı olan duygunun ihlali, sorumluluğun ve
yaşam etiğinin tuzla buz olmasıdır. Yaşlı ağaç yerinde değildir, geriye ise
sanatçıyı bırakmayan hayaleti kalmıştır. Depodaki ağacın ölü bedeni sadece
ölümü yani yok-etmeyi değil, linç edilmişliği de temsil eder. Atıldığı alanda
paramparça halde duran ağaç, etrafa saçılmış parçalarıyla adeta sıvılaşmış,
uçucu bir beden olmaya doğru evrilmiştir; “Hiç Varolmamış Gibi”.
Horada, bahçede kaybettiği, burada yeniden bulduğu ağacın fotoğrafını çeker,
yani bu kez de ikinci karşılaşma anını kaydeder ve paralelinde tüm
kalıntılarını sergi mekanına taşır. Onun, birbiri ardından gerçekleştirdiği iki
iş ile üzerinde durduğu şey İstanbul’un orta yerinde ve aslında tam da
yaşamımızın ortasında gerçekleşen linç, normalleştirilmiş bir şiddettir. Hem
ekonomik hem de sosyal ilişkilerle çevrelenen ekoloji, en çok bu ikisi
tarafından tahrip edilmiyor mu? Her ne kadar da Pavlonya ağacı yaşlı ve bu
yüzden de kesilmesi gerekçelendirilmiş bir ağaç olsa da aslında o, nedensizce
kesilen ağaçların, hesapsızca yok edilen kentteki tüm tarihsel izlerin, dolayısıyla
yaşanmışlığı tehdit eden duyarsızlığın bir karşılığıdır. Sibel Horada’nın İstanbul’da
geçen günlük yaşamının içerisinden çıkarıp bizi karşı karşıya getirdiği bu
bellek kaydı, Evrim Kavcar’ın 2010 yılında 5 numaralı Antrepo’da gösterdiği “Dualar
Kabul” adlı video animasyonuyla da parallelik gösterir. Her ikisi de kentin
gözden kaçmış alanlarında yaşanan süreçlerin tuhaflığına yönelik olsa da
Horada’nın işi şiddet ve gerçekliğe, Kavcar’ın işi ise üretilmiş mitoloji ve
söyleme ilişkindir. Evrim Kavcar, bu
video animasyonunda Karaköy’de atıl durumda olan bir alanın ilk önce çöplüğe,
yapılan çeşitli müdehalelere rağmen bu çöplüğün kokusundan muzdaripliği bir
türlü sona ermeyen bölge esnafının bir önlemi olarak sonrasında bir türbeye
dönüştürülmesinin hikayesini işler. Sözkonusu bölgede karşılaştığı ve ardından
bir süre boyunca gidip geldiği bu alanın çizim, fotoğraf ve türbe çözümüne
ilişkin iki farklı kutuba bölünmüş olan mahalle esnafıyla yaptığı konuşmalar yoluyla
kaydını tutar. Görünen o ki İstanbul’da sadece yok-etme ve ele geçirme değil,
söylemler ve üretilmiş mitolojiler de yaşam alanlarının yapılanmasında etkili
olmakta ve bunlar, kimi zaman tüm olası başka çözümlerin önüne geçebilmektedir.
Mahalle esnafının dinsel ya da kültürel kodlara başvurarak bulduğu çözüm,
sözkonusu metruk alanda yeni bir auranın doğmasına neden olur. İstanbul’da
yaşayanlar kentleri yani yaşama alanları konusunda söz sahibi olmasa da eylem
sahibidirler ancak bunlar daha çok belirsizlikler ve keyfiyetler üretir. Kavcar’ın
“Dualar Kabul”ünde tanık olduğumuz üzere İstanbul her gün yerini bir başkasına
bırakan tuhaflıkların üretildiği, fantastik bir yaşam alanıdır.
Kentteki belirsizlik ve tuhaflığın
yarattığı durumlar sanatçıların kentle kurduğu en organik ilişkiler olmalı.
Sibel Horada’nın 2010 yılında, Kavcar’ın “Dualar Kabul” adlı işi ile aynı
sergide yer alan kentin çeşitli yerlerinde karşılaştığı dışarıya atılmış ama
aynı zamanda işlevini kaybetmemiş oturma unsurlarını gösteren “Kentin Muhafızları”
adlı işi ile Ekin Saçlıoğlu’nun 2004 yılında çektiği ve “Hırsız Kent” sergisinde
yer vermediği onlarca fotoğraf karesi birbiriyle konuşur; kentin hayaletleri
her yerdedir. Bu üç sanatçı bize göstermektedir ki karşılaşmalar, İstanbul’u ve
İstanbul’da yaşama ilişkin bağıntıları düşünmek için bir başka öneri olabilir.